Wallerstein’in “Amerikan Gücünün Gerileyişi” Kitabı Üzerine

Wallerstein kitabında Amerikan gücünün sürekli bir gerileme içerisinde olduğunu savlıyor ve bu savını Vietnam savaşı, Balkanlardaki savaşlar, Somali ve Irak müdahalelerinde ABD’nin önüne koyduğu hedefleri tam anlamıyla gerçekleştirememesi üzerinden temellendiriyor. Wallerstein yazısı boyunca dış politikaya odaklanıyor ve zannımca işin ekonomik boyutunu haddinden fazla göz ardı ediyor.

Ekonomik boyuta gereken önemi vermemesi, sınıfsal duruma dair çözümlemede bulunmaması, onun burjuvazinin içerisindeki farklı eğilimleri görememesini, burjuvazinin içsel çelişkilerini sadece politik görüşler çerçevesinde (liberaller/muhafazakarlar) gözlemesini ve dolayısıyla sınıfsal katmanları yatay değil de dikey bir şekilde tahlil etmesini sağlıyor. Wallerstein’ın burjuvazinin kendisi ve diğer sınıflarla olan çelişkilerini göz ardı etmesi Marx’ın önceki yüzyılda defalarca uyarmış olduğu bir hataya bilinçli/ bilinçsiz; ama bir şekilde yeniden düşmesine yol açıyor. Wallerstein, durumu liberaller/ muhafazakarlar gibi siyasi tercihler üzerinden değerlendirmesi nedeniyle ABD’yi ve onun burjuvazisini homojen bir bütünmüş gibi algılıyor. Sınıfsal perspektiften uzak bakışı onun sadece ulus devletler üzerinden çıkarsama yapmasına ve ”küreselleşen” dünyayla ilgili çıkarımlarının zannımca zayıf kalmasına yol açıyor.

Her şeyden önce ABD burjuvazisinin kendi içinde oldukça girift, karmaşık bir yapısı olduğunu ve belli sektörlerdeki sanayi devlerinin çıkarlarıyla diğerlerinin çıkarlarının farklı olabileceğini kabul etmek gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında Bush ve şürekasının ve Kerry önderliğinde seçime giren demokratların ABD burjuvazisinin farklı kesimlerini temsil ettiğini görmek gerekiyor. Bu bağlamda Bush ve şürekası özellikle muhafazakar kesimlerin temsil ettiği sektörlerin ve daha da özel olarak enerji lobisinin çıkarlarına hizmet eden, bu sektörlerin aciliyetine göre şekillenen ”iş”ler ortaya koymaya bakıyor. Bunu görememek ABD’nin dış politikasının ‘’saçma” veya ”aptalca” olduğu fikrine bizi götürebilir. Halbuki Bush ve ekibi zannımca ne yaptıklarının Wallerstein’ın sandığının aksine çok daha farkındalar. Onlar ABD dış politikasını, ABD burjuvazisinin en büyük destek sağladıkları kesiminin çıkarlarına göre şekillendirmek zorundalar. Amerikan dış politikasına sağlıklı bir bakış atmanın önemli koşullarından birisi budur.

ABD dış politikasını anlayabilmek için göz önünde tutmamız gereken en önemli faktör genel olarak burjuvazinin dünya çapında yürütmeye çalıştığı neoliberal politikalardır. Ulusötesi şirketlerin dünya pazarının bütünlüğünü parçalayan devletler konusundaki hassasiyeti, işgalci politikaların hız kazanmasına ve bu şirketlerin piyasaya ”kazandırılmamış” ekonomilerin gerek çeşitli yasal kıskaçlarla, gerek IMF, Dünya Bankası, WTO gibi araçları kullanılmasıyla (ki Kerry’ci demokrat kanat bu araçların kullanımına daha sıcak bakıyor) ve gerekirse de savaşla ele geçirilmesini desteklemelerine yol açmaktadır. Burjuvazi neoliberal politikalar gereğince el değmemiş alan bırakmak istememektedir. Bu durum dünya çapında çeşitli sosyal hakların emekçi kesimlerin elinden alınmasını gerektirmektedir. İleri derecede sanayileşmiş ülkelerde bile bu ”hak budaması” çeşitli şekillerde başlamıştır (En son AB uygulamaları bu noktada güzel bir örnektir.). Kar marjlarının arttırılması için sosyal hakların ve ücretlerin budanması gerekmektedir. Bunun içinse burjuvazinin bol ucuz emek gücüne ihtiyacı vardır. Neoliberal dünyaya tam entegre olmamış devletlerin yoksul halkları şirketlere gereken ucuz emek gücüne sahiptirler. Şirketler üretimlerini bütün dünyaya yaymakta ve esnek çalışma gibi süslü sözlerle sömürülerini perdelemeye çalışmaktadırlar. Üretimin bütün dünyaya yayılması ve emek pazarının genişlemesi ”ileri” kapitalist ülkelerin emekçi kitlelerinin de haklarının ellerinden alınmasına, ücretlerinin süreç içinde düşmesine yol açmaktadır. Pazarı genişletme yarışı neredeyse bütün emperyal güçleri harekete geçirmiştir.

ABD’nin uluslar arası arenada güç kaybettiği bir gerçektir, ama bu savaşı kaybettiği anlamına da gelmez. AB kampının eski doğu bloku ülkelerini AB’ye almasına karşın ABD bu ülkeleri farklı şekillerde Nato’ya almış ve Nato’nun görevlerini yeniden belirleme gibi bir vizyonla hareket edip bölgedeki durumu kendi lehine dengelenmeye çalışmıştır. AB’nin konumunu güçlendirmesine ABD hiçbir şekilde seyirci kalmayacağını göstermiştir. Ayrıca 90ların en büyük sorun merkezlerinden biri olan Yugoslavya bölgesi hızla ABD güdümlü bir yerden neoliberal kapitalist sisteme entegre olmaya devam etmektedir. Ayrıca ABD, Afganistan savaşı esnasında Türki cumhuriyetlerde, özellikle hazar petrolleri çevresinde mevzilenmeye başlamıştır. ABD’nin saldırılarındaki esas amaç savaştığı ülkeleri işgal etmek, kaba bir anlamda sömürgeleştirmek değil, o bölgeleri ulusötesi şirketlerin müdahalesine açık bir hale getirmektir. Bu bağlamda ABD müdahaleleri zannımca Wallerstein’ın abarttığı kadar başarısız değildir. Müdahale edilen bölgeler hızla neoliberal dünyaya (yerel burjuvazinin ve çokuluslu şirketlerin lehine ve emekçi kesimlerin aleyhinde) entegre olmaya başlamıştır. ABD müdahaleleri neoliberal politikalarla uyum içerisinde gelişmektedir. Ayrıca Japonya’nın ABD’ den teknolojik olarak daha hızlı gelişmesi vs. gibi önermeler ulusötesi şirket evliliklerinin, ulusötesi şirketlerle ulus devletler arasındaki çelişkilerin göz ardı edildiğinin bir göstergesidir. Wallerstein ABD devleti ve ABD kökenli şirketleri neredeyse homojen bir bütün gibi görmektedir. Bu onun hala ulus devletler üzerinden çıkarsama yapmasına ve burjuvazinin neoliberalizm ekseninde şekillenen eğilimlerini ve ihtiyaçlarını görmezden gelmesine yol açmaktadır.

Ayrıca ABD’nin güncel işgalleri soğuk savaş döneminin işgal ve müdahaleleriyle bir tutulamaz. Böyle bir şeyi savlamak değişmekte olan dünyayı görmezden gelmek demektir. Vietnam müdahalesi veya Kore savaşı çok farklı bir konjonktürün gerekliliğiyken Irak işgali ayrı bir dünyanın ”gerekliliğidir”. Wallerstein ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki denge durumuna gereğinden fazla önem vermektedir ve bu denge durumunun soğuk savaşın sadece bir kısmı için geçerli olduğunu atlamaktadır. Bu bağlamda ortaçağı donuk, durgun bir çağ olarak gören bir tarihçi edasıyla soğuk savaşa yaklaşmaktadır. İki sistemin farklı türden krizlere girdiğini; iki kampın askeri müdahale politikalarının girdikleri krizler sebebiyle yeniden şekillendiğini atlamaktadır. ABD’nin Kore ve Vietnam müdahaleleri çok daha ideolojik gerekçelerle gerçekleştirilmişken, Irak müdahalesi 70 krizinden bu yana esmeye başlayan ve şiddetini her geçen gün arttıran neoliberal rüzgarın bir ürünüdür.

Wallerstein’ın neoliberal ekonomi politikalarına vurgu yapmaması onun çözüm önerilerini hala ulus devletler ekseninde düşünmesine yol açmaktadır. Çeşitli ulus devletlerin başka ulus devletlerle ittifak ihtimalleri (Çin ve Japonya gibi) ve şahinler, kartallar vs. gibi iktidar grupları üzerine kafa yormakla esas ekseni kaçırmaktadır. Evet bence de gelecekte çeşitli ulus devletler arasında farklı türden ittifaklar gelişebilecek ve farklı türden ”oligarşik” iktidar grupları oluşabilecektir, ama bakış açımızı bunlarla sınırlamak bizim ”an”ı kaçırmamıza ve akıp giden tarih karşısında körleşmemize neden olabilir. Zannımca geleceğin mücadelesi orta vadede sınıfsal bir hat üzerine oturacaktır. Yükselen kar marjları bir dönem sonra alım gücünün düşmesi itibariyle düşecek; bu dönem sosyal hakları ellerinden alınmış, ücretleri budanmış, hızlı bir şekilde yoksullaşmış emekçi kesimlerin politik olarak yeniden hareketlendiği döneme denk gelecektir. Bu yapısal krizin patlak verdiği noktada hegemonya tam anlamıyla yara alacaktır ve o andan sonra dünya kimin sınıfsal olarak daha iyi pozisyon aldığına ve daha iyi oynadığına göre şekillenecektir.

Deniz Yürür

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: