Suyu Bile

Geçen gün bir arkadaşımla ekonominin durumu hakkında sohbet ederken konu bir damacana suyun kaç liraya satıldığına geldi. İkimiz de bir damacana suyu yaklaşık 25 liraya alıyormuşuz. En temel ihtiyaçlardan biri, hatta belki de en temeli olan içme suyunun bu meblağdan satılıyor olması kuşkusuz ekonomi politikaları açısından bir facia; fakat sonra eve dönerken bu sonucun buzdağının sadece görünen bir kısmı olduğunu hatırlayıp hem düşüncelere, hem de anılara daldım.

Suyun özelleştirilmesi ve temel bir müşterek olmaktan çıkarılması konusu Türkiye için 80’lerin sonuna 90’ların başına dayanıyor. O dönemleri yaşayanların hatırlayacağı üzere içme suyu musluktan temin edilen ve eve gelen su faturası içinde neredeyse bedavaya gelen bir şeydi. İlk “Şaşal” şişeler çıktığında çoğu insan şaşırmış ve bunu kim alacak ki diye tepki vermişti. Sonrasında başımıza geleceklerden habersiz bir şekilde bunun başarısız olmaya mahkum bir girişim olduğunu zannetmiştik.

Öncelikle konu su, doğalgaz, petrol gibi tükenebilir ve gereksiz kullanımı ekolojik yük oluşturabilecek kaynaklar ise kamu tarafından sembolik de olsa ücretlendirilerek, sonsuz bir kaynak olarak tanımlanmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Sonuçta bu kaynakların tüketiminde olabildiğince özen gösterilmesi ekolojik sistemin devamlılığı açısından önem arz ediyor. Bu noktada içme suyunun özelleştirilmesi sürecinin, devlet tarafından bu kaynaklara fatura kesilen ve gerektiği durumlarda alım gücü düşük hanelere destek verilen bir kurgudan farklı olduğu aşikar.

Şaşal şişelerle başlayan istila, sonradan benzin istasyonu gibi pompalardan bidonlara su doldurulan su istasyonlarına, daha sonra da damacanalara evrilerek tamamlandı. Su pazarının potansiyelinin farkına varmış olan sermaye en temel olduğunu düşündüğümüz ve bu yüzden de gerçekleştirmeyeceklerini zannettiğimiz içme suyunu bile bir meta haline getirdi ve biz müşterilerine satmayı başardı. Bu duruma gelmemizde hiç kuşkusuz ekolojik gelişmelerin de katkısı oldu. Önce kuraklık nedeniyle barajlar boşalmaya başladı. Sonrasında sular kesilmeye başladı. Azalan suyun nitelik olarak kalitesi düştü. Bu kalite düşüklüğüyle mücadele etmek için fazla klor ve diğer kimyasalların kullanılması başladı. Klor ve koruyucu kimyasallar içme suyu olarak kullandığımız baraj suyunun tadını iyice bozmaya başladı. En sonunda bizler de bu zaman zaman kirli, bol klorlu ve tadı kötü su yerine şaşaldan şaşmamaya başladık. Bu tarihsel akış Amerikancı Alt-Right’vari bir komplo teorisi sunmayı amaçlamıyor elbet. Komplo senaryolarının daha kötüsü komplo senaryosu zannedilen sonucun bire bir aynı saiklerle planlanmadan olmasıdır.

İstanbul’un bir beton yığınına dönüşmeye başlaması, yeraltı sularının çekilmesi, çarpık kentleşme; paralelde etkisini artık iyiden iyiye hayatlarımızda dahi görmeye başladığımız küresel ısınma süreci derken bu ekolojik sonuçlara yol açan sistem, diğer yandan da milyonlarca dolarlık bir pazar olarak su pazarını da yarattı. Bunların hepsi aynı iştah, aynı açgözlülükle; sıralı adımları olan bir komplo gerçekleştirmeden oldu ve yine aynı özne yani kapitalizm tarafından gerçekleştirildi.

Bu çerçevede fiyatı ve karlılık oranı hükümetin enflasyon yaratan politikalarıyla iyice artmış olan damacana suyu tartışırken damacananın sadece damacana değil de kamuya ait olan müşterekler olan kaynaklar, nehirler, dereler vs. gibi su kaynaklarının başarılı bir özelleştirme çalışmasının sonucu olduğunu hatırlatmak istedim. Ayrı bir dipnot olarak hidroelektrik üretimi için derelerin özelleştirilmesi sürecini de akıldan çıkarmamakta fayda var.

Son olarak bu konuda başrolünde Gael García Bernal’in olduğu 2011 yılında sinemalarda gösterilmiş olan “Yağmuru Bile” filmini izlememiş olan herkese öneririm. Suyun özelleştirilmesi sürecinin Latin Amerika’daki mücadele dolu sürecini gayet güzel aktaran bir film…

https://www.sinemalar.com/film/121055/yagmuru-bile

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: