Stephen Toulmin 16. yüzyılın hoşgörülü, hümanistik, çoğulcu epistemolojisini 17. yüzyılın totaliter, soyutlamacı, kapsayıcı ve bütünleyici kartezyen epistemolojisinin üstüne yerleştiriyor ve 16. yüzyıl anlayışını modernin ”güzel” yüzü olarak kurgulayıveriyor.
Toulmin 17. yüzyıl bilim anlayışını eleştirirken bir yandan da onun oluşum koşullarını gözler önüne seriyor ve bu noktada gerekli neden sonuç noktalarını ve bu noktalar arasındaki önemli ilişkileri takip ederek bir modern bilim arkeolojisi yapma yoluna gidiyor. Toulmin’in yöntemini ve izlediği yolları titiz bir şekilde takip edersek eğer aslında 17. yüzyıl modernitesinin yarattığı canavarın Toulmin tarafından eleştirilen yapısının yine Toulmin’in kendi metni içerisinde olumlandığını görebiliriz. Toulmin kartezyen algılayışın ortaya çıkış koşullarını kapsamlı bir şekilde ortaya koyuyor, 16. yüzyıl evren kavrayışından 17. yüzyıl evren kavrayışına geçişi betimliyor ve metnin içerisinde durmaksızın kartezyen epistemolojiyi yeriyor. Bu noktada aklımıza tek bir soru takılıyor: Toulmin kartezyen epistemolojiden kendi kopuşu üzerinde neden durmuyor? Kendi kopuşunun (Kuhn‘ un paradigmalar teorisinden başlayarak) arkeolojisini, hermeneutiğini neden yapmıyor?
Toulmin’in genel neden-sonuç noktaları takibine dayanan akıl yürütme yönteminin kendi epistemolojisinde pek işlemediğini görüyoruz. Toulmin iktidar mücadelesini gözden ısrarla kaçırma eğilimi içerisinde bulunması nedeniyle kendini 17. yüzyılı didik didik kurcalayan bir pozitivist tarihçiyle, nedenlerin nasılların yerine sezginin kutsal yolgöstericiliğini koyan bir modern çağ romantiği arasında bir yerde konumlandırıyor (en azından bizim gözümüzde). Toulmin’in yöntemiyle söylemeye çalıştıkları arasındaki açı farkı kendini çok öteden belli ediyor. Pozitivist bir okuma düşünürü determinist bir hapishanenin hücresi içerisine tıkıyor. Ama yine de susmamayı tercih ediyor. Bulunduğu karanlık alandan 16. yüzyılın Montaigne’ ine övgüler düzüyor ve yeni çağın parçalayıcı, işlevsel algısını yüceltiyor. Bu noktada bir yöntem olarak pozitivist eğilimli tarih okumasını ”rönesans’a geri dönüş”e de yapması gerekir. Yapamıyorsa eğer böyle bir ilişkinin (günümüz dünyası ve Rönesans arasındaki ilişki) varlığını iddia etmekten en kısa zamanda vazgeçmelidir. Hermeneutic metotlarını günümüz dünyasına uygulayamıyorsa eğer kendi dediklerinin(17. yüzyıla dair tespitlerinin) inandırıcılığnı kaybedecek demektir.
Toulmin gözden kaçırdığı bu nokta sayesinde kendi siyasi tavrını farkında olmadan açığa vurmuş durumdadır. Toulmin o eleştirdiği modernistlerin çeşitli yöntemlerini kendi pragmatist ”temenni”lerinin inandırıcılığını zayıflatacak şekilde kullanmaktadır. Kendini bir özne olarak şekillendirirken 17. yüzyılı statik ve determinist bir şekilde okumakta ve Descartes ve onun gibilerin özneliğini ellerinden almaktadır. Descartes’i eleştirmenin ilk yolu ona özneliğini teslim etmekten geçer. Bunu yapmayan Toulmin yaptığı saldırıların kendi koyduğu bir koruma duvarı tarafından absorbe edildiğini görmek zorundadır. 16. yüzyıl algılayışından 17. yüzyıl algılayışına geçişte bir süreklilik, tarihsel dokuyla tam bir uyum varsa eğer bizim çağımızda rönesansa geriye dönüşün de bir sürekliliği olması beklenebilir. Bu bekleniyorsa eğer bütün açılımlar yapılmalı karanlık hiçbir nokta bırakılmamalıdır. Eğer böyle net bir geçişliliğin varlığı yadsınıyorsa eğer ”özne”ye gereken önem verilmeli ve pozitivist okumalar işin içindeki iktidar mücadelesi olgusu göz önünde bulundurularak yapılmalıdır. Modernin karşısında modern olmanın onun baskıcı özünü süreklileştirmek ve hatta daha da baskın hale getirmek anlamına geldiğini geçtiğimiz dönemin faşizm ve reel sosyalizm deneyimlerinden öğrendik. Pratik ve pragmatist bir epistemoloji oluştururken gereken parçalılığa geçişin nedenlerini koşullara fazladan yüklemek bizim ”kendi” öznemize yaptığımız bir ‘’saygısızlık” olacaktır. Pragmatist okuma bizi modernin abyss’ine çekiyorsa eğer dikkat etmemiz gereken bir durum var demektir. Başka insanları etkilemek amacıyla modern bilimin metotlarını uygulamak bizi pozitivist totaliterliğe, soyutlamacılığa hapsedebilir. Her şeyden önce elde edilecek siyasi mevziler uğruna özgür dünya idealini tehlikeye atacak pragmatist atılımlar yapmanın; bilimde olsun siyasette olsun parçalılığı, çokseslilği, mozaik imgesini reddetmenin bize özgürlük namına pek bir şey sağlamayacağını anlamamız gerekmektedir.
Deniz Yürür