Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayan süreç, yaşanan siyasi gerilimler, kamplaşmalar, geniş katılımlı mitingler, e-muhtıralarla birlikte hızla tırmandı ve çözüm erken seçimde bulundu. Erken seçimin özellikle laiklik/anti-laiklik karşıtlığı üzerinden türeyen gerilimlere ilaç olup olmayacağını öngörebilmek, ülkenin her an yeni bir gelişmeyle “çalkalandığı” bu günlerde oldukça zor gözüküyor. Çekine çekine de olsa artık “üstyapısal” diye nitelemek zorunda kaldığımız bu tartışmaların bütün gürültü ve patırtısından sıyrılıp erken doğmuş veya geç kalmış bu seçimi, özellikle 70’li yılların ortasından itibaren şekillenen süreçte kapitalist dünyanın seçimleriyle ilgili yapılan “siyasetin sanallaşması” tespitiyle birlikte değerlendirerek genel bir çerçeve çizmek, tikelin hızlı ve tüketici atmosferine atlarken kılavuz çizgilerimizi kaybetmemek ve “karmaşanın içinde, karmaşadan uzakta” bir pozisyon alabilmek için zorunlu gözüküyor.
Büyük harfle yazılan “Seçim”e yönelik süregiden tartışmaların özellikle sosyalist ve anarşist diskurda eskiden beridir kendine yer bulduğunu ve tespitlerin çoğuna aşina olduğumuzu da gözeterek tartışmayı daha çok kapitalizmin yeni bir kisveye büründüğü (tabi bu kapitalizmin baştan aşağıya değiştiği ve artık yepisyeni bir “şey”e, “tanımlanamayan sömüren cisim”e dönüştüğü anlamına gelmiyor.) neoliberal döneme özgü siyasetin sanallaşması kavramsallaştırması çerçevesinde şekillendirmeye çalışacağız.
“Siyasetin sanallaşması” kavramsallaştırmasının genel olarak önem kazandığı dönemin postyapısalcı ve postmodernist çözümlemelerin öne çıktığı bir dönem olduğunu ve kavramsallaştırmanın özellikle küreselleşme tartışmaları ekseninde sıkça kullanıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, siyasetin sanallaşması olgusunu postyapısal ve postmodernist diskurun kavramsal düzlemi içerisinde bir yere oturtmak bir zorunluluk halini alıyor. Bunun için de her şeyden önce sanal ve sanallaşma kavramlarını postyapısal çerçeve içerisinde betimlememiz ve sonrasında olgusal bir çerçeveye geçiş yapmamız gerekiyor.
Sanal ve Sanallaşma
Sanalın kendisini bir realite olarak dayatabilmesinin önkoşullarından birisi sanal gerçekliğin oluşmasıdır. Sanal gerçeklik ise simülasyonun belirlediği sınırlar içerisinde şekillenir. Gerçekliğin sanal ortamdaki temsilinden oluşan simülasyon, kendisini imlediği nesneler dünyasından koparması ve yeni bir gerçeklik yaratmasıyla, daha net bir tabirle imgenin temsil ettiği gerçekliği temsil etme yetisini kaybetmeye başladığı noktada sanal gerçeklik ortaya çıkar. Sanal gerçekliğin olmazsa olmaz koşullarından birisi temsil yeteneğini kaybetmiş imgenin kendi gerçekliğini, bu gerçeklik üzerine kurulmuş ve temsil yeteneğini gerçekleşmiş olan kopuş aracılığıyla vareden/varetmiş sayılan sonsuz sayıda yeni imgeyle desteklemesi; sanallığının, dolayısıyla “gerçekliğinin” içsel sınırlarını belirlemesi ve pek çok durumda gerçeklik alanını genişletmesidir. Nesnelerle olan bağlantısı silikleşmiş olan imge, yarattığı gerçekliğin sınırları içerisinde kendisine referans veren pek çok imgeyle birlikte içsel olarak tutarlı olma ve yayılma eğilimi gösteren, ama bir yandan da kendi temsil noktasını, yani simülasyonla yeni bir “nesnel gerçeklik” olarak sanal gerçeklik arasındaki geçişi, bulanıklaştırması sebebiyle açık veren bir gerçeklik yapısı oluşturur
Bu bağlamda sanalın gerçekle olan bağlantısı pek çok postyapısalcının görmezden gelme eğiliminin aksine sırf Lacancı/ Zizekçi anlamıyla küçük, demir bir gerçeklikle ilişkisi olması ve bu bağlantı noktasını perdelemesi sebebiyle kurulabilmektedir, çünkü simülasyonun kendisi de her ne kadar çıkış noktasını bulandırmaya çalışırsa çalışsın en nihayetinde bir üründür.
Siyasetin sanallaşması kavramsallaştırmasının içinde demir gerçeklikle bağlantı kurabileceğimiz nokta aslında “sanallaşma” kavramında içkin bir şekilde kendine yer bulmaktadır. “Sanal olma” durumuna, yani devinimsiz, mutlak bir “gerçeklik” durumuna geçme halini ister istemez betimleyen ve bizce olgusal olarak betimlemek zorunda kalan “-laşma” eki, sanallık kavramına ancak yapının kendisini sürekli olarak yeniden yaratması (yapının özkurallaması) sayesinde (ki zorlama olarak)yerleştirebileceğimiz tarihselliği, kapıdan kovarken, bacadan içeri almaktadır.
Bu açıdan bakıldığında siyasetin sanallaşması yaklaşımı kavramsal olarak da tarihsel bir sürece, yani simülasyonla gerçeklik arasındaki bağlantıya(ki burada bahsi geçen gerçeklik kesinlikle pozitivizmin “nesnel” gerçekliği anlamında kullanılmamakta, göreli yapısıyla, bir iktidar alanı olarak gerçeklikle ilişkilendirilmektedir.) referans vermektedir.
Siyasetin Sanallaşması
Siyasetin sanallaşması kavramsallaştırması en genel anlamıyla tek kutuplu dünyada siyaset adı verilen kurumun sınırlarının net bir şekilde çizilmiş olduğu; siyasetin, merkezinde ekonominin bulunduğu altyapısal öğelere temasının en aza indirgendiği, süregiden bütün siyasi tartışmaların üstyapının çeşitli katmanları içerisinde cereyan eden değişimler ve dolayısıyla gerilimler ekseninde döndüğü saptamasına dayandırılıyor. Postmodern dünyada, daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse küreselleşme paradigması içerisinde kitlelerin hangi siyasi odağı seçtiğinin bir önemi bulunmamakta, çünkü artık seçeneklerin her biri diğerinden sadece birkaç noktada farklılaşıyor ve bu farklılaşmaların hiçbirisi sistemin temel dayanak noktaları ve yapısıyla ilgili değil. Özellikle ABD demokrasisi üzerinden verebileceğimiz bir örnekle artık “demokratlar”ı veya “cumhuriyetçiler”i seçmek bir anlam ifade etmiyor. Her iki partinin ekonomiyle ilgili planları, projeleri ve çözüm önerileri birbirine benziyor. Siyaset arenasının sansasyonelliği, magazin dünyasının sansasyonelliğini çağrıştırmakta. Bir yanıyla gündem sürekli olarak değişirken, gündemi belirleyen olaylar dizisi “vatandaş”ın hayatını çok az etkilemekte. Bireylerin hayatlarının gerçekten etkilendiği noktalar ise küreselleşme sürecinin gerektirdiği üzre, kamusal alanın tasfiyesi, sosyal devletin budanması, her alanda yürürlüğe konan özelleştirme politikaları sonucunda yaşam kalitesinin düşmesi, yoksulluğun, açlığın ve sefilliğin artması.
Bu sonuçlara sebep olan yapının dinamikleri ise hükümetlerin, partilerin ve onların “karizmatik” liderlerinin ulaşabileceğinin ve değiştirebileceğinin çok ötesinde. Dolayısıyla özellikle seçim dönemlerinde etkisini geniş kitleler nezdinde arttıran, fakat seçimin sonrasında da herhangi bir yapısal dönüşümle sonuçlanmayan bir “oyun” oynanmakta.
Kavramsallaştırmanın bu haliyle siyaset arenasının başlı başına bir simülasyona dönüştüğünü, öznelerin (gerek seçilenler, gerekse de seçenler babında) kendi nedenselliklerini bu sanal gerçeklik içerisinde yitirdiklerini ve özellikle kapitalizmin kendi kendine çalışan bir makine olarak tasvir edebileceğimiz küreselleşme aracılığıyla kendini sürekli olarak yeniden yapılandırdığını söyleyebiliriz. Bu noktada makinenin beyni olarak çokuluslu şirketleri ve dişlileri olarak da IMF, Worldbank gibi uluslararası finans kurumlarını, MAI ve GATS gibi uluslararası anlaşmaları ve de seçimle işbaşına gelmeyen bürokrat ve teknokratları betimleyebiliriz.
Küreselleşme makinesinin gücü karşısında siyasetin gerçeklikle bağlantısını başarıyla koparmış olan bir simülasyon olarak içler acısı bir halde bulunduğu fikrine sahip olmamız işten bile değil. Üstüne üstlük geçelim cumhuriyetçilerle liberalleri, önümüzdeki seçimlerde oyların bölüneceği iki kutba, yani AKP ve CHP’nin parti programlarına, eylem planlarına baktığımızda da bunu rahatlıkla görebiliyoruz. İki parti de AB ile ilişkileri sürdürecekleri ve AB kriterlerini uygulayacaklarını, özelleştirmelere devam edeceklerini, IMF gibi kuruluşların dayattığı programları uygulayacaklarını söylüyorlar.
Sonuç olarak bu iki partiden birisine oy atmayı tercih ettiğimizde en nihayetinde neoliberal politikaların ülke çapında uygulanmasını tercih etmiş olacağız ve tabii ki bu durum işçi sınıfının üyeleri olarak yaşam koşullarımızda herhangi bir iyileşme olmamasıyla sonuçlanacak.
Siyasetin sanallaşması tespitinin bizi somut ve bizce doğru bir sonuca getirdiğini kabul etmek gerekiyor. Gerçekten de programların daha çok yöntemle ilgili olarak farklılaştığı, ne yapılması gerektiğinin siyaset kurumunun dışında bir yerlerden belirlendiği bir toplumsal düzlemde simülasyonun yarattığı sanrılar içerisinde kaybolmak yerine, simülasyonun varlığını kabullenmek daha akılcı gözüküyor. İktidarın yaşamın bütün hücrelerine yayıldığı böyle bir düzlemde seçimlerin olduğu kadar siyasetin de bir anlamı kalmıyor. Bu noktada tespitin bizi doğru bir yere getirdiğinden bahsedebiliriz, ama bize bir yol sunmayı başaramadığını da kabul etmeliyiz. Sanırım bu çıkmazdan kurtulabilmek için simülasyonun oluştuğu, dolayısıyla imgenin kendi temsil yeteneğini kaybedip, üzerine yeni imgeler eklediği yere, demir çekirdeğe, “-laşma” ekinin vuku bulduğu alana bakmamız gerekiyor.
Simülasyonun Tarihsel Arkaplanı
Siyaset simülasyonunun ortaya çıkışıyla, neoliberal ekonomi politikalarının hakimiyet kazandığı ve dolayısıyla küreselleşme adı verilen sürecin başladığı dönemin aynı tarihsel dönem olduğu söylenebilir. 1970’lerin ortasından itibaren başlayan ve geçen onyıllar içerisinde bütün dünyayı etkisi altına alan bu süreç içerisinde uygulanan ve hızla güç kazanan neoliberal uygulamalar sonucunda sosyal devlet olgusunun aşındığını ve zamanla yok olma durumuna gelmiş olduğunu görüyoruz.
ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher yönetimlerinin(her ne kadar Reaganizmin askeri harcamalara aşırı önem vermesi sebebiyle Thatcherizm ile arasındaki nüanslara dikkat edilmesi gerektiği vurgulanmış olsa da) neoliberal ekonomi politikalarını en azından burjuvazi açısından olabildiğince başarıyla yürürlüğe koymuş olduğu 80’li yılların ardından, özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla birlikte, 90’larda çift kutuplu dünyanın sona erdiği ve ABD’nin bu süreçten dünya çapındaki egemenliğinin herkes tarafından kabul edildiği bir dönemle karşılaşıldı. ABD’nin bu amansız hegemonyası sayesinde neoliberal ekonomi politikalarının bütün dünyaya yayılma süreci hızlanmıştır.
Neoliberalizmin otuz yılı içerisinde sosyal devletin çeşitli özelleştirme/ticarileştirme politikaları çerçevesinde budanmış olduğunu rahatça gözlemlemek mümkündür. Öyle ki her ne kadar yöntemsel olarak çevrimsel bir tarih anlayışından köşe bucak kaçmayı tercih etsek de, kapitalizmin son on yılında gelmiş olduğumuz noktayı küresel ölçekte, yüzyıl ortasındaki kapitalist dünyadan daha çok 20. yüzyıl başındaki kapitalist dünyaya benzetebiliyoruz.
Bu bağlam içerisinden bakıp sanallaşmanın başladığı noktayı, o demir çekirdeği aradığımızda özellikle sosyal devletin tasfiyesi olgusunu, daha net bir ifadeyle sosyal devletin bir “olgu” olma durumunu yaratan tarihsel dinamikleri merkeze oturtmamız gerekiyor. İki dünya savaşı, 29 krizi, Ekim devrimi ve benzer ayaklanma ve devrim girişimleriyle şekillenen sürecin belki de en gürbüz çocuğu, burjuvazinin toplumsal hegemonyasını “iç ve dış düşmanlar”a karşı ilkönce savunma, sonrasında ise yeniden tahsis etme işlevi gören “sosyal devlet” olmuştu. Sosyal devletin sınıflarüstü bir hakem pozisyonunda durduğu(en azından teorik düzeyde) ve çıkarları birbirinden farklı sınıfları (ısrarla tırnak içinde!) bir “uzlaşma” zemini üzerinde buluşturduğu bir sistemin yerini kamusal alanın hızla tasfiye edildiği, emekçiler lehine olan her türlü ekonomik, siyasi, örgütsel hakkın sınıfın elinden alındığı, devletin görevlerinin yeniden tanımlandığı bir sisteme bırakmasıyla ilgili yapılabilecek en önemli tespit herhalde burjuvazinin 70’lerin ortalarından itibaren eski hegemonyasını yeniden kurmayı başarmış olduğu tespitidir. Hegemonyanın burjuvazi lehine yeniden tesis edildiği bu dönemde devletin olduğu kadar siyasetin de yeni-eski kırmızı çizgileri yeniden tanımlanmıştır.
Nasıl ki devlet sınıflararası bir hakeme duyulan ihtiyacın doğal bir sonucu olarak büyüdüyse, siyasetin alanı da bu “uzlaşma zemininin” yaratılmasının doğal bir sonucu olarak genişletilmiştir. Günümüzde ise, ki bu gelişme siyasetin sanallaşması kavramsallaştırmasının oluşmasına zemin hazırlamıştır, uzlaşma zemininin siyaset ekseninde yaratılma eğiliminin eskiye oranla ve tabiî ki küresel bir hegemonya sağlamış olan burjuvazinin rahatlığıyla da ilişkili olarak önemsizleştiği düşünülebilir. Hegemonyanın burjuvazi lehine yeniden tahsis edilmesinin doğal bir sonucu olarak kamusal alan ve devlet daraltılmıştır. Bu gelişmeyi ulus devletlerin ortadan kalktığı şeklinde okumak yerine ulus devletin misyonunun özellikle de güvenliği ön plana çıkaracak şekilde yeniden(ki buradan Reagan politikalarıyla yeniden bağlantı kurabilmemiz mümkün hale geliyor) tanımlandığı şeklinde yorumlamak gerekir.
Simülasyonun bağlı olduğu demir çekirdek, ulus devletin ortadan kalktığı yanılsamasının ortaya çıktığı tarihsel süreçtir. Siyasetin sanallaşması ve ulus devletin tasfiyesi gibi söylemler her ne kadar çokuluslu şirketleri, IMF, Worldbank gibi kurumları ve onların teknokratlarını hedef göstermek ve ilgiyi o alana çekmek konusunda başarılı olsalar da, simülasyonu oluşturan özneyi, en saf ve bütünleşik haliyle tanımlamadıkları ve imgenin imleme yetisini(örneğimizde) bilerek kaybettiği anı gözden kaçırdıkları için, öznesiz ve nesnesiz bir düzlem yaratmaktadırlar. Bu noktada illa ki bir özne ve de bir nesne aramaktan yorulmayanların, dolayısıyla hala umudunu kaybetmeyenlerin tutunmaları gereken entersübjektif “gerçek” burjuvazinin toplumsal hegemonyasını kazandığı ve bunun gerektirdiği şekilde diğer özneleri kendi çizdiği sınırlar çerçevesinde yeniden tanımladığı gerçeğidir.
Gerçekliğin Simule Olduğu Nokta
Bu noktada gerçekliğin nerede simülasyona dönüştüğünü kavramsal bir şekilde açılımlamak gerekmektedir. “-laşma” ekinin gerektirdiği tarihsellik, “siyaset” kavramının yapısal kurgulanışıyla tezat oluşturmaktadır. Öyle ki sanal olma durumuna doğru tarihsel bir hareketi imleyen “sanallaşma” kavramı dinamikken, “siyaset” kavramı tarihsellikten uzak bir şekilde, bir yapı öğesi olarak tanımlanmıştır. Oysa ki siyaset kavramının da her kavram gibi bir tarihi vardır. Bu tarihselliği atlayıp, kavramı zamanda asılı bir hale getirdiğimizde imgenin imlediği nesneden uzaklaşıp, sanal gerçekliğin oluşması için gerekli olan kapanmayı ve dolayısıyla demir çekirdekle arasındaki bağlantıyı mistifike etmeyi başardığını görüyoruz.
Mistifikasyonun siyaset kavramında yoğunlaşmasının esas sebebi, kavramın sınırlarının tarih içerisinde sürekli olarak yeniden çizildiğinin ve bu sınırları yeniden çizme faaliyetinin sınıflar arasındaki toplumsal hegemonya mücadelesi ile ilişkili olduğunun gözardı edilmesidir. Dolayısıyla bu kavramsallaştırma aslında siyaseti burjuvazi tarafından sürekli olarak yeniden tanımlandığı bir zemin olarak algılamakta ve bunu yaparken de kendisini “iktidarın her yerde olduğu” bir topografyaya hapsetmektedir. Kaçış çizgilerini bulabilmek için siyaset alanının aslında hegemonya mücadelesi ekseninde sürekli olarak yeniden belirlendiğinin ve bu yeniden belirlenme ediminin bile başlı başına bir mücadele alanı olduğunu fark etmek gerekmektedir. Siyasetin tam da burjuvazinin belirlediği kalıplar içerisinde ve yasal partilerin katıldığı seçimler ekseninde değerlendirilmesi siyasetin sanallaştığı tespitine giden yolu açacaktır.
Oysa ki siyasetin sınırları belirlendiği ve aksettirildiği üzre parti büroları ve seçim sandıklarından ibaret değildir. Burjuvazinin hegemonyayı ele geçirmiş olduğu bir dönemde siyasetin alanını yeniden tanımladığını, daralttığını tespit etmek ve bu yeniden tanımlamaya karşı çıkmak için tıpkı 68’in çocuklarının yapmış oldukları gibi kaldırımın altındaki kumsalı aramak gerekmektedir. Siyaseti steril merkez sağ ve sol partilerin etkisinden çıkarıp, gerçekten ait olduğu yere, en azından biz sosyalistler tarafından ait olduğunu düşündüğümüz yere, yani işlikler ve sokaklara taşınması gerekmektedir. Başka türlü küreselleşmenin “gerekliliklerinden”, uluslararası finans kurumlarının ekonomik dayatmalarından ve burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda tanımlamış olduğu “kader”den kurtuluş gözükmemektedir. Oyunu bozmanın yolunun, kuralına göre oynamamaktan geçtiği göz önünde bulundurulursa seçimler sosyalistler açısından çok da büyük önem taşımamaktadır.
Yine de burjuvazinin tanımladığı sınırlar içerisinde sandık başına gitme ve oy verme ediminin pek çok zaman bireyler nezdinde siyasi hakların kullanılmış olduğuna yönelik bir “siyasi katharsis” etkisi yarattığı gözlemlenmelidir. Biz sokağımızdaki kaldırım taşlarının rengine bile karar veremezken, dört yılda bir oy vererek egemenliğin millette olduğunu, kendi kendimizi yönettiğimizi savlayan burjuva ideolojisinin yarattığı katharsis’i, demokrasiye yönelik bir iman tazeleme aktivitesine dönüşen seçimlerde akılcı ittifaklar ve hamleler gerçekleştirip, “yabancılaştırma efektleriyle” bozmak, son kertede burjuvazinin tahakkümüne dayalı bu sistemin ışıltılı vitrini olan burjuva demokrasisini afişe etmek gerekmektedir.
Siyaset simülasyonunun merkezine en azından birkaç kişiyi sokmak ve yüksek sesle “bu bir simülasyondur” dedirtmek çizilmiş olan sınırları ihlal etmemiz anlamına gelecektir. Tabi ne kadar yabancılaştırma efekti katarsak katalım, yine de asli görevimizin oyunu tümden bozmak olduğu aşikardır. Oyun salonunu yıkmak için ise oylara değil, işliklere, sokaklara ve dolayısıyla kaldırım taşlarının altındaki kumsala ihtiyacımız var.
Deniz Yürür – Umut Dergi