Nihayet Picasso İstanbul’a geldi. Böylece gazetelerin ve televizyonların da yardımıyla halkça Picasso’yu ne kadar önemsediğimizin ve onun eserlerini görmek için ezelden beridir ne kadar da yanıp tutuştuğumuzun farkına varmış olduk. Picasso sergisini gezenlerin sınıfsal, kültürel çeşitliliğinin sürekli olarak altının çizilmesi, onsuz yaşadığımız yıllar boyunca ne kadar çok şey kaçırmış olduğumuzun tarafımızca fark edilmesini sağladı.Ve tabii ki bize bu olanağı sağlamış olan Sabancı Müzesi’ne de saygıda kusur etmemek bir gereklilik olarak önümüze sunuldu. Gerek medyanın gerekse de müzenin yürüttüğü başarılı reklam kampanyası sayesinde Picasso sergisi bütün sanatseverler ve hatta sanat sevmeyenler açısından bir hac görevi olarak tanımlandı. Dolayısıyla bizim açımızdan da hacca gitmek farz oldu.
Sergiye girmeye teşebbüs ettiğimizde kendimizi yurtdışı seyahatine çıkıyormuş gibi hissettik. Kapsamlı aramalardan geçtik; delici çizici araçlarımızı bir yerlere emanet bıraktık, özel eşyalarımızı şeffaf poşetlere koyduk, herhangi bir eseri iç etme ihtimalimize karşı paltolarımızı vestiyere teslim ettik. Güvenlik görevlilerinin şüpheli bakışları sayesinde içimizde bir yerlerde gizlenen ve her an dışarı çıkma ihtimali bulunan potansiyel ’sanat düşmanı’nı keşfettik.
Sergiye girişimiz esnasında karşılaştığımız bütün bu güvenlik önlemleri bize bambaşka bir mesaj da vermiş oldu. Bir mabede girdiğimizin farkına vardık. Kutsal topraklara, ‘değerli’ olanın, ’sorgulanamaz’ olanın alanına girmekteydik. Picasso’nun eserlerinin sanat tarihi açısından önemini anlamamak için artık aptal olmak gerekiyordu. Onun eserlerinin derinliğinin, eşsizliğinin en güzel kanıtı bütün bu güvenlik önlemlerinde gizliydi sanki. Picasso hakkında herhangi bir fikri olmayan bir kimsenin bile bu güvenlik seremonisi karşısında ona dikkat etmemesi, sergiye girmeyi başardığı an itibariyle neredeyse imkansızdı. Artık başına iki tane güvenlik görevlisi dikilmiş bulunan eserleri daha bir dikkatle inceleyecektik. Ne de olsa bu adamların gün boyunca bu resmin başında beklemesi bir tesadüf olarak nitelendirilemezdi. Anlaşılan Picasso’nun eserlerinin niteliğinden ve eserlerin bireyler tarafından algılanışından öte, yaratılmış bulunan ‘Picasso’ imgesi Picasso’nun çalışmalarını başarılı kılmıştı.
Sanatçıyı ve sanat eserini mitleştiren bu tavrın, sanatçı ve sanat eserinin sanat piyasasıyla ilişkisi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği aşikardır. Sanatın da her şey gibi metalaştığı kapitalist sistem içerisinde hiç kuşkusuz Picasso’nun da kaçacak bir yeri bulunmamaktadır. Picasso’nun bir araba markası olması, Sabancı Müzesi’nde böyle bir reklam kampanyası çerçevesinde sergilenmesi, serginin gezilmesinin ‘entelektüel’ kimliğe sahip veya sahip olmayı arzulayan bireyler açısından bir ‘olmazsa olmaz’a dönüşmesi sanatçı, sanat eseri ve sanat piyasası (dolayısıyla kapitalizm) ilişkisi açısından (maalesef) gayet doğaldır. Bu noktada bizim için ayrı bir soru gündeme gelmektedir: Peki bu ‘doğal’ pozisyonu Picasso kendi eylemleri çerçevesinde ne kadar hak etmiştir? Daha da net bir ifadeyle Picasso’nun kendisi bu duruma gelmemek için ne yapmıştır?
Bu sorulara zannımca Picasso’yu savunacak bir yerden cevap vermek oldukça zordur. Ayrıca sırf Picasso’yu bu açıdan temize çıkarmak için tarihsel bir okuma yapmak da gereksizdir. ‘O zaman’ için yapılan okumaların hepsi bizi ‘bu zaman’ın meşruluğunu kabul etmeye ve farklı türden eylemenin gerekliliğini yok saymaya zorlamaktadır.
Picasso’nun sosyalistliğinden, Komünist Parti üyeliğinden dem vurmak da onun bu mitin oluşmaması için çaba göstermemiş olduğunu savlamamıza yetmemektedir. Picasso zannımca sanata bakış açısı çerçevesinde sadece burjuva ’sanat’ önkabulü içerisinde bir putkırıcı olmuştur ve bu putkırıcılık eylemini herhangi bir toplumsal mücadelenin iletişimsel, işlevsel ve de estetik gereklilikleri açısından gerçekleştirmemiştir. Guernica’nın kendisi konu itibariyle toplumsal bir eleştiriye denk düşmektedir belki ama estetik ve formel bir çerçevede asla toplumsal mücadelenin ihtiyaçlarına çözüm aramayı ifade etmemektedir. Bu perspektiften Picasso’da sözgelimi Rus Konstrüktivistlerinin devrime, iyisiyle kötüsüyle kurulmakta olan yeni dünyaya adanmış estetik kaygılarını ve başarılı/ başarısız çözüm arayışlarını bulmak mümkün değildir. Picasso’nun kendisi bir şahıs olarak sosyalist olduğunu söylemiş olabilir, ama bu onun ’sosyalist sanatçı’ olduğu anlamına gelmez. O sadece ’sosyalist olan bir sanatçı’dır.
Resmi bu şekilde değerlendirdiğimizde onun sanat algılayışının burjuva dünyasının sanat algılayışından pek de farklı olmadığını kabul etmemiz gerekir. O, sanat eleştirisini belirli mutlak kabuller çerçevesinde değerlendirmekten kurtulamadığı ölçüde, bir meta olarak sanat eseri ve bir ’sanat alışveriş merkezi’ olarak galeri sistemi içerisinde bulunmayı kabul etmiş demektir. Zaten kendisi de bazı eserlerini satıp para kazanmaları ve kazandıkları paralarla ‘teşkilat’ı güçlendirmeleri için yoldaşlarına hibe etmiştir. Bu davranış belki bazı sosyalistler açısından göz yaşartıcı olabilir ama davranışın kendisi onun sanatsal vizyonu hakkında veri elde etmemizi sağlamaktadır.
Bizce önemli olan formel olarak sanatın ekspresyonist mi, kübist mi olması gerektiği sorusu değil, sanatın ne olduğu ve kimin için olduğu ve bu bağlamda da sanat eserinin ve sanatçının işlevinin nasıl tanımlanacağı sorusudur. Ayrıca soyut sanat sınırları içerisinde bile Picasso’nun Maleviç’in ve hatta Kandinsky’nin soyutluğuna ulaşmakta ayak direttiği de gözlenmelidir. Bu bağlamda gerek sanatın yapısal olarak yeniden tanımlanmasında, gerekse de içkin bir şekilde yıkılmasında oynadığı rol zannımca tartışmalıdır. Kartları iyi oynamış, kritik noktalarda çekingen davranmış ve bu sayede ayaklarının altından halıyı çekmek şöyle dursun, halıyı yere perçinleyerek, yerini sağlamlaştırmayı becermiştir.
Bu çerçeveleme onun starlığının kendi eylemlerinin doğal bir sonucu olduğunu gözler önüne sermektedir. Dediği gibi ilkönce resim yapmayı öğrenmiş, daha sonra öğrendiklerini unutmaya çalışmıştır ama, bu unutma sürecini toplumsal bir öğrenme süreci olarak yeniden tanımlamamıştır. Resim çizmeyi bir ’sanatçı’ olarak öğrenmiş ve resim çizmeyi de bir ’sanatçı’ olarak unutmuştur. Bu tavrını hiçbir zaman sanat sisteminin yapısal bir eleştirisine, bir elitizm karşıtlığına dönüştürmemiştir.
Bu bağlamda geldiği nokta gayet ‘doğal’dır. Picasso’nun araba markası olması, eserlerinin Sabancı Müzesi’nde yüksek güvenlik önlemleri eşliğinde sergilenmesi ‘doğal’dır. Bizim onlara dokunamamamız, kendimizi yıllarca kübizmle yatıp kalkmışız gibi davranmak zorunda hissetmemiz, yüksek sanat karşısında el pençe divan durmamız ‘doğal’dır. Kendisi de bunun aksi için uğraşmamış olduğu, sanatsal açıdan bütün devrimciliğini galeri içi, ‘meta-tuval’ içi bir yerden yaptığı noktada bütün bunları hak etmektedir.
Picasso sergisine gidip içi sıkılanlara dışarı çıkıp, boğaza bir taş atmalarını öneririm. Taşın denize yaptığı etkiyi gözlemleyin. Gidin bir yerlere bir şeyler çiziktirin, sevdiğinizin ismini banklara kazıyın veya banklara daha önce yazı yazmış olanlara terbiyesizliklerinden dolayı küfredin, birbirinizle konuşun, koşun, zıplayın, toz kaldırın, çimento dökülmüş kaldırımlara ayak izinizi bırakın, istediğiniz gibi oraya buraya dokunun. Her şeyin değiştiğini gözlemleyin, kutsallığın kendinizde olduğunuz görün, ‘doğal’ olmadığınızı görün. Kübizmi falan da boşverin, emin olun ki en güzel sanatı sizler yapmaktasınız. Ayrıca Sabancı Müzesi’nin içindeki Picasso ‘mozole’sini de dert etmeyin. Sanırım o ait olduğu yerde duruyor. Siz boğaza bakıp taş atarken ”Kara Ormanlar’ın çocuğu”nu ve onun gibileri anmayı unutmayın yeter. Çünkü onlar hala buralarda bir yerlerde sizinle birlikte dolanıyorlar.
Deniz Yürür – Birgün Pazar