Betimleme, betimleme, betimleme… Paolo Sorrentino’nun son filmi Muhteşem Güzellik’in izleyiciye sunduklarını bu şekilde özetleyebiliriz. Film görüntü yönetmenliği, kurgu, atmosfer, ışık gibi alanlarda içinde (bence) Fellini, Kieslowski, Tarkovsky, Angelopoulos gibi yönetmenlerin bulunduğu “birinci lige” oynuyor gibi gözükse de; maalesef daha öncesinde sık sık yapılmış olan dekadan bir burjuvazi, aristokrasi, bohemlik eleştirisinin ötesine geçemiyor. Eleştirel yaklaştığı duruma karşı sunduğu tek çözüm ise dinci sofuluk ve püristlik üzerine kurulu bir spiritüalizm…
Evet belki çok izlediğimizden, çok içselleştirdiğimizdendir; artık burjuvazinin çökmüşlüğü, çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu vs. gibi konuları başlı başına önümüze sunduklarında hani bunun ordörv tabağı, ara sıcağı, tatlısı, yanar dönerli meyvesi diyoruz. Aynısını geçen sene Holy Motors’ta da demiştik.
İşin garip yanı 21. yüzyılda sadece burjuvazinin dekadanlığından bahseden; onu aşmaya, yok etmeye, yıkmaya dair herhangi bir yöntem, yöntemi geçtim en azından bir umut kırıntısı dahi barındırmayan filmler içlerinde öyle ya da böyle “büyük anlatı” kategorisinde bulunan birinci lig oyuncularıyla karşılaştırılıp, bu alanlarda kendilerine yol bulabiliyorlar. Muhteşem Güzellik neredeyse her adımında selam çaktığı Fellini’yle bir arada anılıyor fakat gerçek şu ki; film Fellini’nin farklı filmlerindeki belirli sahnelerdeki ruhun benzer görsellikle kopyalanmış ve işin özünü kaçıran birisi tarafından uygun şekilde montajlanmış hali gibi. Sanki film aslında uzak bir galaksiden gelen ve Fellini filmlerini montajlamak isteyen bir uzaylı tarafından yapılmış. Uzaylı yönetmen işin tekniği konusunda oldukça başarılı, ama maalesef Fellini’nin esas mesajlarını kavrayamıyor. Hal böyle olunca ne Roma kentini Fellini’nin Roma’sındaki gibi katmanlı şekilde görebiliyoruz, ne Tatlı Hayat ve 8 Buçuk’taki gibi derin bir burjuvazi eleştirisinin haricinde gerçek’e, yaşanabilir ve geliştirilebilir olana, üzerinde mücadele verilebilir olana dair bir kanıya varabiliyoruz.
Oysa sihirbazın ortadan kaybedemeyeceği zürafayı Fellini’nin Tatlı Hayat’ında bulabilmek çok kolay: Zürafa, ikiye bölünmüş kumsalın diğer tarafında, sahildeki kafede çalışıyor. Hoşlandığı adamı yanına çağırıyor; ama adam anlayamıyor, Marcello Mastroianni vatoz leşinin yanında yere uzanmış, “Duyamıyorum” diyor garson kıza “seni anlayamıyorum…”
Muhteşem Güzellik’teki başkahramanımız da kendisine benzer bir kokuşmuş vatoz bulmuş, artık o da hiçbir şeyi duyamıyor, anlayamıyor. Striptizci bir kadını sever gibi oluyor, sonra sevip sevmediğini de anlayamıyor. Sevmek veya sevmemenin anlamı kaymış, bütün kavramlar ve etik değerler geçim kaygısızlığının üzerinde havada süzülüyorlar. Bu belirsizliğe, kerteriz noktası eksikliğine çare gibi sunulan (Çare Theresa :)) tüm dinler tarafından saygı gören aziz rahibenin her lafı standartın altında, her sözü klişe… Aziz rahibenin “Kökler önemlidir…” gibi veciz lafları, kadının yolunun ulviliğini vurgulayan karelerle yansıtılıyor; karşısına da sürekli yemek tarifi veren rahibin dünyeviliği yerleştiriliyor. Peki dünyevilik ve ulvilik 21. Yüzyılın sorunlarına çözüm bulmak, toplumsal tıkanmışlığı ve bireysel yabancılaşmayı aşmak için ne zaman elverişli kavramlar haline geldiler, bunu bir sormak gerekiyor. Hadi sağolsun AKP iktidarının da etkisiyle biz de bu kavram setiyle düşünüyoruz artık diyelim; dünyeviliğin yemek tarifi düşkünlüğü, ulviliğin ise bolca boş, yüzeysel lafla ve “bir ekmek, bir hırka”yla özdeşleştirilmesi ne kadar anlamlı? Rahibin cübbeye, lüks otolara ve Papa’lık bürokrasisine sıkışmış hayatında aslında bir aşçı olmayı istemiş olması nedeniyle yemek tariflerinden bu kadar keyif alması imkan dahilinde değil midir? Hadi değil diyelim, dünyevi dertleri olan bir rahibi, sofu olan diğerinden ayıran nokta dünyevi olanın yemeklerden keyif alması mıdır? Dünyanın zevklerinin karşısına illa ki vazgeçiş mi çıkarılmalıdır? Peki; “hırka ve lokma”ya dayanan çok temel bir Hristiyan önerme üzerine kurulan böylesine basit bir anlatı neden materyalist bakış açısına sahip pek çok eleştirmen ve izleyici tarafından eleştirilmez, hatta pek bir beğenilir?
Marjinalliğe ve işlevsizliğe sürüklenen burjuvazi sorunsalında öne çıkarılan çözüm dine ve “öz”e dönmek, spritüel olana sığınmak olunca maalesef öykü Roma kentinin sadece hristiyan ve modern kapitalist yönleri arasındaki çelişkileri betimleyebiliyor. Oysa hikaye hem kentsel, hem de tarihsel olarak birbiriyle ilişkili ve çatışmalı şekilde Antik Roma / Hristiyan Roma / Faşist Roma / Modern Kapitalist Roma üzerine kurulabilir ve güncel çatışmanın izleği çok daha kapsamlı bir şekilde betimlenebilirdi. Keza filmde sıkça gördüğümüz fütursuzca eğlenme anlayışı Pagan Roma’nın keskin sınıflı toplumunun kültürel çıktısıyla ilişkilendirilmeye oldukça müsait. Fellini’nin Roma kentinin pagan kültürünü bu çerçevede nasıl da yıkıcı şekilde kritik ettiğini Satyricon’da izlemiştik. Oysa Muhteşem Güzellik’in, bir kent filmi olmanın sınırlarında dolaşmasına rağmen bu fırsatı teptiğini söyleyebiliriz. Hal böyleyken Kolezyum, ya gölgesinde “tren dansı” yapılan bir dekora ya da yanlış bir ilişkilendirmeyle Aziz Rahibe’nin “kadim” yatağına dönüşüyor. Aziz rahibenin sofu Hristiyanlık çerçevesinde simgeledikleriyle, Kolezyum’un antik bir arena olarak gerçekte simgelediklerini birbirine bağlamak; Antik Roma/ Hristiyan Roma arasındaki ilişkiyi sadece süreklilik temelinde ve dolayısıyla tek yönlü olarak ele almak anlamına geliyor. Oysa iki Roma’nın detaylı bir tasvirini ancak kopuşlarla dolu, çapraşık bir süreklilik olarak tanımlayarak gerçekleştirmek mümkün. Durum böyle olunca belki de filmin tek çözüm önerisi olan aziz rahibe’nin antik geçmişle ve kentle ilişkisinin de eksik kurgulandığını söyleyebiliriz.
Muhteşem Güzellik adına uygun şekilde muhteşem görsellikte bir film. Fakat klasik burjuvazi ve bohemlik eleştirisinin ötesine geçmeyen fragmante yapısı, bu fragmante yapıyı oluşturan realitenin karşısına çözüm olarak çıkardığı sofuluk övgüsüyle iddia ettiği güzelliğin ardında bir derinlik sergileyemiyor. Konunun gerektirdiği katmanlaşmayı ve detayı göstermemesi nedeniyle bu haliyle “devler ligi”ne oynayan bir Truva Atı olmaktan öteye gidemiyor. Toplumsal mücadelenin ciddi bir alternatif için en azından eskisine oranla pek umut vermediği bu onyıllarda, yetenekli entellektüellerin akıllarının yozlaşmanın ve yabancılaşmanın karşısında dinsel sofuluğa gittiğini görmek gerçekten üzücü. Oysa aynı akıl, sınıflı toplumun hastalıklarının dinsel retorikle nasıl iç içe geçtiğini ve birbirini nasıl beslediğini yıllar önce tespit etmişti. Özellikle içinde bulunduğumuz dönemde teşhis belli, sağaltım yolunda geri adım atmaya gerek yok! Hal böyleyken, kapıları kapayın lütfen, bu güzel Truva Atını içeri almayın!
Deniz Yürür