Kopyakatil/ Copykiller” sergisi Adnan Yıldız’ın küratörlüğünde Akbank Kültür ve Sanat Merkezi’nde 8 Şubat’tan itibaren gerçekleştirilmeye devam ediyor. Serginin adını aldığı “kopyakatil” kavramı çeşitli cinayet romanlarına öykünerek, bu romanlardan kopya çekerek cinayet işleyen katilleri betimlemek için kullanılıyor. Kavram sergi çerçevesinde, Türkiye gibi “sonradan gelişen” ülkelerin sanatçısının özellikle Batılı sanatçılar ve sanat akımları karşısındaki duruşunu açılımlayabilmek amacıyla kullanılmış. Nasıl ki kopyakatil başkasının kurgusunu kopyalayarak, taklit ederek kendi cinayetini gerçekleştiriyorsa; “azgelişmiş” ülkelerin sanatçıları da “muasır” medeniyetlerin sanatçılarının bakış açılarını, tekniklerini en genel anlamıyla “yöntem”lerini kopyalamak yoluyla sanatlarını icra ediyorlar.
Sergi bu anlamıyla bir kopyacı katil olan sanatçının kendi kopyacılığıyla yüzleşmesini, bu yüzleşme çerçevesinde yeniden doğabilmek için “ölmesini” istiyor.
Sergi için sanatçılara “İçinizdeki kopyakatilden işinizi- canınızı nasıl kurtarabilir/ ne kadar uzağa kaçabilirsiniz?” sorusunun yer aldığı mektuplar gönderilmiş ve sanatçılardan çeşitli önerilerde bulunmaları istenmiş. Gelen öneriler ve yapılan konuşmalar sayesinde sergi süreç içerisinde oluşturulmuş.
Sergi ana metninden de anlaşılacağı üzere “kopya” ve “kopyacı” kavramları üzerine oturuyor. Kopyanın tartışılması esas itibariyle ve de en nihayetinde “orijinal”in, “özgün”ün tartışılmasıdır. Kopya “orijinal”e bağlıdır. Belki orijinal kadar işlevsel, onun kadar güzel, onun kadar çekicidir; ama hiçbir zaman bir ilk değildir, kopya olması nedeniyle “daha önceden yapılmış olan”ın taklididir. Sınırları orijinal tarafından çizilir, yapısı orijinal tarafından belirlenir, en iyi haliyle bile orijinaline çok benzemesi, ona çok yaklaşmış olması üzerinden övülür, değer verilir. Kopyanın yazgısı orijinal tarafından belirlenir.
Aslında sanatın kendisi de yüzyıllar boyunca genel bir eğilim olarak kopyacılıkla uğraşmıştır. “Tıpkısının aynısı” olma eğilimini neredeyse bütün sanatlarda bulmak olanaklıdır. Eser gerçeğe yaklaştıkça daha başarılı olarak algılanmaktadır. Günbatımını betimleyen bir tablonun günbatımını gerçek günbatımına olabildiğince yakın bir şekilde betimlemesi onun en önemli misyonu olarak algılanmıştır. Oysa ki sanat betimlediği şey olamaması yüzünden “sanat”tır. Eser gün-batımı olamadığından dolayı “günbatımını betimleyen bir tablo” olmaya mahkumdur. Tablo günbatımına dönüştüğü anda kendi orijinalitesini (yani “günbatımını betimleyen bir tablo” olma konumunu) kaybedecek ve kopyanın belki de en soluklarından biri-ne(yani günbatımlarından herhangi birisine) dönüşecektir. Bu açıdan bakıldığında kopyanın gerçekleşemediği noktada orijinal oluşmaktadır.
Güzel Hedefler
Gerçeğin birebir kopyası olamayacağını veya gerçekliği tam anlamıyla taklit etmesinin kendisinin yıkımı olacağını anlamış olan sanat, kendini başlı başına bir “şey” olarak tanımlayarak kendi orijinalitesini sürekli olarak yeniden yaratma yoluna gitmiştir. Bu noktadan itibaren gerçeği daha yetkin bir şekilde betimleyen orijinaller yerine, gerçekliğin üzerine yepyeni bir gerçeklik yaratan orijinallerin önü açılmıştır. Sanat eserinin başlı başına bir “şey” olduğunu savlayan sanat akımlarının ortaya çıkışı geç olmuştur. Bu geç çıkış ise kapitalizmin gelişimi, sanat ve sanatçı kavramlarının bu değişen dünya içerisinde yeniden tanımlanmasıyla bağlantılı bir şekilde gerçekleşmiştir.
Böyle bir perspektiften sergiye baktığımızda serginin kendine güzel bir hedef seçtiğini söyleyebiliriz. Kopyanın kendisi kendisinin kopya olduğunu söylediğinde, yani her daim özgünü aratır durumda olduğunda, kendiyle yüzleşmeli ve iyisiyle kötüsüyle kendi orijinalitesini yaratmalıdır, fakat bu toptan bir reddiye anlamına gelmemelidir. Kopyanın kopya olmasının da bir tarihi, bir sebebi vardır; bu anlamda kopyacılığın sebebini sadece sanat alt evreni içerisinde aramak dar bir bakış açısıyla bakmak olacaktır. Eğer Tanzimat’ tan bu yana Batılı olmak namına kopyacılık yapıldığından söz ediliyorsa, bunun da Tanzimat’tan beridir hakim olan politik eğilimleri gözeterek tartışılması gerekmektedir.
Politik olanın salt sanatsal bir mekan-zamanda tartışılması gerçek bir yüzleşmenin gerçekleştirilememesine sebebiyet vermektedir. Kopya orijinal olma fırsatına her daim sahiptir, yeter ki neden kopya olduğunu kendine anlatabilsin. Kopyanın kendisini kendisine anlatabilmesi için kendi dilinin dışına çıkabilmesi üst bir gerçekliğin de dilini konuşabilmesi gerekmektedir. Öteki türlü esasında bir hukuk kitabı olan sanat eserinin dokunulmazlığına, yine aynı sanat eserinin bir parçası olan baltayla, o eserin başka bir parçası olan şeffaf kabinin engellemesi yüzünden son verilemeyecektir(Müreewet Türkyılmaz-İntihar Süsü). Sanat eserini kırmak için gerekli olan baltaya sergi alanında bulmamız mümkün değildir; onu dışarıdan getirmeliyiz.
Aynı şekilde “Uzun zamandır hiç-birşey hissetmiyorum” salonundaki sensör de benzer bir ikilemi yansıtmaktadır. Sensör artık hiçbir şey hissetmediğinden yakınsa da aslında tartışılması gereken daha önce ne kadar hissettiğidir. O sadece hissediyor gibi mi yapmıştır, yoksa hissetmeyi kendine göre tanımlamış ve bu anlamda hissetmiş midir? Yani sensör bir his kopyacısı mıdır, yoksa kendi açısından orijinal midir?
Peki yapıyı bozmak ne kadar işlevsel olacaktır? Yapı bozulduğunda ortaya çıkan yığın bizi mutlu edecek midir? Bu bir yığın değil de yeni tarz bir yapı olarak algılanabilir mi? Oluşacak olan orijinali bilemememize, tahmin edemememize rağmen, yine de onu yaratma, onu yaratacak motoru oluşturma cesaretine sahip miyiz?
Eğer sahipsek, orijinalden memnun olacağımız konusunda bu kadar emin miyiz? Belki de orijinal en büyük kabusumuza dönüşecek ve de biz onu yeniden bir kopya yapmaya çalışacağız! Yoksa sorun ipliğin cinsinde, renginde, özünde mi? (Aylin Sunam-İsimsiz).
Neden ütopyamızdaki resim disütopyamızdaki resmin aynısı, daha büyüğü, ama yine de kopya olanı? (Erdağ Aksel- İstanbulmuhayyel) Nasıl oluyor da retorik olan, söylemsel olan, gerçeği bu kadar görünmez kılabiliyor? (Selim Birnel- Craniopagus Conjoined Twin Mushroom)
Belki de bizler kopyayı seviyoruz. Beyoğlu’ndaki bir sanat merkezinde kilden bir kahveye kanmaya bu kadar hazırken, bizi rahatsız eden, kilden kahveden yabancılaşmamızı sağlayan şey kilden bir kahvenin olamayacağı gerçeği değil, televizyonun belli belirsiz gözüken siyah plastiğinin ve Ormancı türküsünün Replikas yorumunu çalan VCD’nin gözümüze ilişmesi oluyor (Bayram Candan- Belen Kahvesi). Belki de hâlâ kopyanın gerçeğe dönüşememesinden muzdaribiz.
Kopyayı Aşabilmek
“Piyano satıcısı”nı öldürmemiz hiçbir zaman işe yaramıyor. Piyano bize çoktan satılmış çünkü; biz onu ne kadar farklı çalarsak çalalım en nihayetinde elimizde sadece piyano var ve de onu çalmak durumundayız. (Assaf K. Tal-mudi- Bir piyano satıcısını öldürmek) Belki de her şeye rağmen piyanoyu ortadan kaldırmalıyız.
Tarihimiz bize orijinalliği yasaklamış, ama bizler tıpkı o iplik yığını gibi, istenmeyen, orjinal olduğu kabul edilemeyen, aynı kırmızı iplikten olduğu için kopya olarak görülen, kendimizin bile ucube gördüğü orijinaller yaratmışız. Yarattığımız güzel değilse bunun bir sebebi var, kopyayı ancak kopyalarken aşabiliyorsak bunun da bir sebebi var. Görünen o ki kopyayı paralayabilmek ve de kendimizi “orijinal” bir biçimde “öldürebilmek” için en nihayetinde orijinal bir baltaya ihtiyacımız var…
Deniz Yürür– Birgün Pazar