Londra’da bulunduğum son altı ay boyunca İngiltere’de gündemi en çok meşgul eden konu, başını Muhafazakar Parti liderliğindeki koalisyon hükümetinin ortaya attığı “kesinti” paketi oldu. Tory adı verilen muhafazakarlar son birkaç yıldır durumu gittikçe kötüye giden İngiltere ekonomisini sözüm ona diriltmek amacıyla devlet hizmetlerine yönelik çeşitli kesintiler uygulamaya çalışıyorlar. Sürpriz olmadığı üzere bu kesintilerden etkileneceklerin patronlar ve büyük şirketler değil de; işçi sınıfı, göçmenler, fakirler olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün. Tory’lerin ortakları liberal-demokratlarla birlikte uygulamayı planladıkları kesintiler eğitim, sağlık, barınma yardımı, taşımacılık, savunma, iletişim gibi pek çok hizmeti kapsıyor.
Kesintilerin gerekçesi olarak İngiltere’nin günden güne büyüyen bütçe açığı gösteriliyor. “Küresel kriz”, “büyüyen bütçe açığı” gibi yuvarlak söylemlerin altını kurcaladığımızda ise mali kriz sırasında bankaları içine düştükleri “batak”tan çıkarmak amacıyla yürürlüğe koyulan kurtarma paketlerini görüyoruz. Kısacası kapitalizmin hasar gören kalelerini onarmak ve plazaların yosun tutan camlarını parlatmak yine işçi sınıfının ve yoksulların görevi haline geliyor. Tabi bu noktada yoksulların da bütün bu süreci “evet efenim, sepet efenim” diye geçiştireceğini zannetmek de pek akıl karı olmasa gerek.
Kesintilerle ilgili ilk ve en güçlü muhalefet alışkın olduğumuz üzere öğrencilerden geldi. Üniversite harçlarının üç kat arttırılacağının açıklanması üzerine çeşitli üniversitelerde ve okullarda başlayan homurdanmalar kısa süre içersinde kesinti karşıtı sloganlara dönüşüverdi. Sonuç olarak bizim Ankara- Kızılay’ımız olarak düşünebileceğimiz Whitehall’da yüz binlerce öğrencinin ülkenin dört bir yanından katıldıkları büyük mitingler düzenlendi. Sonrasını gazetelerden televizyonlardan takip etmişsinizdir. İngiltere gibi bir muasır medeniyete (!) yakışmayan görüntüler ortaya çıktı. Polisle itişmeler kakışmalar mı dersiniz, iktidar partisinin ofisini basıp camı çerçeveyi indirmeler mi ya da polisin üzerine tepeden yangın tüpleri fırlatmalar mı… Hatta suya sabuna karışma konusunda sadece simgesel düzeyde yetkisi olan kraliçe yavrusu Prens Charles bile olaylardan nasibini aldı. Nişanlısı ile dolaşırken eylem yapmakta olan “reaya” tarafından “mütevazı” Rolls Royce’unun içinde kıstırılıverdi. Tabi ertesi günlerde bu tip eylemlerde aktif rol oynayanların pek çoğu yakalanıp, yargılanıp hücreye koyuldular.
İşin ilginç yanı sansasyonel olaylara yol açan gençlerden birisinin Pink Floyd’un gitaristi David Gilmour’un üveyden de olsa oğlu çıkması oldu. Toplumsal olayların içinde olmaktan keyif aldığı her halinden belli olan Charlie Gilmour fena halde galeyana gelip Yargıtay binasını yakmaya çalışırken ve İkinci Dünya Savaşı’nda ölen İngiliz askerlere adanmış bir anıttaki İngiliz bayrağını indirirken görüntülendiğinde bir anda bütün eleştirilerin hedefi oldu. Tabi sağ basın olayın tadını alınca oğlu yüzünden babasına da laf çakmayı ihmal etmedi. “Eeeee, dünya hali böyle…” diye başlıklar atıldı “Babası eğitime gerek yok derse, oğlu da böyle olur işte” türünden… Charlie sağolsun “aslında anaları babaları zengin bunların, dertleri eğitim değil tozutmak” türünden eleştirileri de bol bol okumuş olduk. Anlaşılan hedefini aşan birkaç hareket bile basının yüz binlerce insanın haklı taleplerine kulaklarını kapaması için yeterli oluyor. Kurt Vonnegut’un Mezbaha No.5’de söylediği gibi: “Hadi geçmiş olsun…”
Öğrencilerin “Anarchy in the UK”in ilk notalarını çalmasıyla birlikte toplumsal muhalefetin kazanı da kaynamaya başladı. Kesinti paketinin ayrıntıları belli oldukça ülkenin pek çok yerinden sesler yükselmeye başladı. Londra Metrosu çalışanları Londra Belediye Başkanı Boris Johnson’u (bana sinirli tavırları birisini hatırlatıyor, ama ismini söylemeyeceğim) sinirden çatlatan grevlerini icra ettiler. Bizdeki SSK olarak tanımlayabileceğimiz National Health System (NHS) çalışanları eylemler düzenlemeye başladılar. İşçi sınıfının ve göçmen nüfusun yaşadığı mahallelerde ise şimdilik ufak çaplı eylemlilikler kendini gösteriyor.
Enternasyonal bir siyaset algısına sahip olmak isteyen; ırk, sınır, millet gözetmemeye çalışan bendeniz de bu eylemlerden kendi muhitimde olanına iştirak ettim. Her şeyden önce İngiliz milletinin bize göre çok daha soğukkanlı olduğunu söylemem gerekiyor. Eylemcisi olsun, polisi olsun; reformisti olsun, devrimcisi sosyalisti anarşisti olsun, en ateşlisi bile bizim insanımızın en sakini yanında biraz daha “kendi halinde” kalıyor. Anlayacağınız bütün cephelerde ortama bir soğukkanlılık hakim.
Eylemciler çoluklarıyla çocuklarıyla iştirak etmişler, İngilizcem yetmediği için bazı sözlerini anlayamadığım İngiliz işçi sınıfı marşlarına ve çeşitli politik grupların propaganda müziklerine eşlik ediyorlar. Tabi her milletten insan olmasının da etkisiyle şarkıların türü birbirinden farklı. Bir bakıyorsun bangır bangır bir rock parçası çalarken, sonrasında en aksanlısından bir hip hop giriveriyor. Reaggea’si, dub’ı, Hint müziği, Arap müziği filan derken, kültür şokuna uğruyorsunuz.
Ben şarkıların içinde kendimi kaybetmişken bir eylemci gözlerini Clint Eastwood edasıyla kısarak “İşte polisler de geldi” diyor. Polislere bakıyorum, bana gayet sakinlermiş gibi geliyorlar. İşte o an İngilizlerin neden doğa sporlarına bizden daha hevesli olduklarını anlıyorum. Yurdumuzdaki bazı toplumsal gösterilerde tatmaya alıştığımız o adrenalini burada yakalamanın imkanı yok! Hayatımda ilk defa polisin “gerçekten” güvenliği sağlamak için geldiğini hisseder gibi olunca kendimi çimdikleyip ayıltıyorum. “Sen bunların bu haline aldanma” diyorum içimden “Bunlar şimdilik böyle. Yarın öbürsü gün muhalefet yükselsin bak bakalım, nasıl sertleşiyorlar…”
Dayanışma ve kardeşlik dolu ortam iki parti arasındaki tartışmayla geriliyor. Sosyalist Parti (SP) üyesi bir adam sertçe Sosyalist İşçi Partisi’nin (SWP) afişlerini indiriyor. Bu harekete sinirlenen SWP’li bir kadın atılıp afişleri yerden alıp yeniden duvara asmaya başlıyor. Sosyalist Parti’li adam afişlerin yeniden asılmaya çalışılması üzerine iyice sinirleniyor ve galeyana gelip SWP’li kadın üyeyi itiyor. Olay büyümeden araya pek çok insan giriyor ve adamı uzaklaştırıyorlar. Ben de birkaç arkadaşa tartışmanın sebebini soruyorum. Meğersem adamın sinirinin sebebi ortaklaşa bir eylem olmasına rağmen SWP’nin imzalı afişlerini asarak kendi propagandasını yapmaya çalışmasıymış. “Teorik düzeyde adam haklı tabi ama bu kadar insanın katıldığı bir ortamı da böyle bir konu için germesinin de anlamı yok…” diye ortalama, yaratıcılıktan yoksun bir yorum yaparken SP’nin asmış olduğu afişlerin de imzalı olduğunu görüyorum, lafım yarım kalıyor. Kısacası durum “benden başkası propaganda yapmasın” küstahlığından başka bir şey değil… Yaşanan itiş kakış beni bir yandan üzüp, diğer yandan da gizliden gizliye sevindiriyor. Üzüyor, çünkü sol yapılar arasındaki bu tarz “şekli” tartışmaların başka ülkelerde de geçerli olduğunu görüyorum. Alttan alta da hoşuma gidiyor, çünkü “muasır medeniyet”lerin sosyalistlerinin de benzer sorunlar yaşadıklarını görünce ister istemez evimi hatırlıyorum… Şaka bir yana tartışmanın sol içi bir kavgaya dönüşmemesi, polisin olayı fırsat bilip müdahale etme havasına girmemesi hoşuma gidiyor. Dediğim gibi maşallah hepsi sakin insanlar…
Belirli bir süre türlü türlü müzikler eşliğinde konuşmalar dinliyor ve sonrasında yürüyüşe geçiyoruz. Güzergahımızda “mahalle baskısı”ndan eser yok. Kimse farklı fikirde olduğumuz için durumdan vazife çıkarıp, üstünü başını yırtıp cinnet filan geçirmiyor. Yolu tıkıyor olmamızdan dolayı kimse sinirlenip kornaya asılmıyor, arabaların içinde oturup geçmemizi bekliyorlar.
Sloganları anlamakta zorluk çektiğimden dolayı pek iştirak edemiyorum. Sadece “Out! Out! Out!” kısmını yakalıyorum. O esnada bir arkadaş elime bir pankart tutuşturuyor. “İyi bakalım” diyorum, “işlerin bir ucundan da biz tutalım”. Pankartta ne yazdığına bakıyorum, “Çalışma hakkı istiyorum!” yazıyor. “Hah işte!” diyorum kendi kendime “Bana en uygununu bulmuşlar, helal olsun valla!”…
Sokaklarda slogan ata ata yürürken insanlar evlerden, dükkanlardan çıkmaya, camlardan sarkmaya başlıyorlar. Daha çok göçmenlerin yaşadığı bir mahallede olmamıza rağmen mitinge katılanların büyük çoğunluğu işçi sınıfına mensup beyaz İngilizler. Siyahlar, Asyalılar, Orta Doğulular, –tabi anmadan olmaz- Türkler ve Kürtler ise dükkanların kapısından, camlardan bakmayı tercih edenler. Umursamayanları, “benim meselem değil kardeşim” diyenleri bir anda düzeltecek bir merhem zaten yok da, kesintilerin en çok göçmen kesimleri etkileyeceğini bilenlerin akıllarının ve kalplerinin bizlerle olduğunu gözlerinden anlıyorum. Sadece arada görünmez bir duvar var işte. Pek çoğu oldukça uzun süreler boyunca çalışıyor, işten başka hiçbir şeye vakit bulamıyor, dükkanı kilitleyip yanımıza gelemiyor. Kimisi çalışma, oturma vs. izni olmadığından dolayı başının belaya girmesinden, sınır dışı edilmekten korkuyor… Kısacası o veya bu şekilde kesintilere karşı çıkma sorumluluğu en azından şimdilik İngiliz işçi sınıfının sırtına yüklenmiş gözüküyor.
Eylem sona erdiğinde buralarda yüzyıllardan beri adet olduğu üzere soluğu bir pubda alıyoruz. Bira bardakları dolup boşaladururken, kesinti sürecindeki tartışmalar ve son dedikodular hakkında bilgi alıyorum. SP ile SWP arasındaki tartışmanın esas olarak afişle mafişle ilgili değil de İşçi Partisi’ne (yani Labour Party) yaklaşımla ilişkili olduğunu öğreniyorum. Sosyalist Parti bir zamanlar İngiliz İşçi Partisi’ne dahilmiş, sonrasında İşçi Partisi’nin sağa kayışını eleştirip ayrılmış. Şimdi de kesintilere karşı düzenlenen kampanyada düzenin partisi olmakla suçladığı İşçi Parti’siyle birlikte çalışmak istemiyor. Sosyalist soldaki en büyük parti olan SWP ise, İşçi Partisi’nin merkez bir parti olduğu fikrini kabul etmekle birlikte ülkenin geleceğini böylesine etkileyecek bir süreçte olabildiğince geniş bir cephe kurulması gerektiğini savunuyor. SWP ancak geniş bir muhalefet odağı oluşturularak Tory’lerden ve liberal demokratlardan oluşan koalisyonun üstesinden gelinebileceğini düşünüyor.
Bu noktada Tory’lerin en büyük rakibi ve geçmiş 13 senenin iktidar partisi olan İşçi Partisi’nin aslında kendisi yanında oldukça ufak kalan sosyalist partileri çok da umursadığı söylenemez. Labour kendi beylik siyaset tarzı içerisinde, pek de karizmatik olduğu söylenemeyecek genel başkanı Ed Miliband önderliğinde (o da bana etkisiz muhalefetiyle başka birisini hatırlatıyor ama onun da ismini söylemeyeceğim) muhalefeti tepeden kuracağa benziyor. Tabi bu noktada Labour’u tek parça olarak düşünmek hatalı olur. Parti içinde daha solda duran milletvekilleri muhalefetin tabandan örülmesi konusunda kitle örgütleriyle ve sosyalist partilerle beraber çalışmaya hazır durumdalar. Kısacası muhalefetin alttan örülmesi konusunda işler şimdilik karışık.
Arkadaşlar yakında sürecin ana hatlarının belli olacağı, öznelerin kesintilere karşı argümanlarını sıralayacakları “People’s Convention” adında bir sempozyum düzenleneceğini, oraya benim de davetli olduğumu söylüyorlar. Yüzüme gülümseme yayılıyor, biramdan bir yudum alıp “Tabii ki gelirim diyorum…”
10.03.2011- Umut Barış / Sendika.org’da yayınlanmıştır.
Olayla ilgili hafızaları tazelemek için: