1973 İngiliz yapımı Hasır Adam (Wicker Man) filmini geç de olsa izledim. Filmin adını daha önce duymuş olmama rağmen odağıma ancak Midsommar filmini izledikten sonra girdi. Hasır Adam’ı izleyince Midsommar ve Heredity gibi paganlık ve bununla bağlantılı şekilde cadılık konularını ele alan güncel filmlerin aslında nereye bağlandıklarını da keşfediyorsunuz. Bu anlamda bu yeni yapımların özgünlüğünü de, “zaten yapılmışı varmış” şeklinde sorgulamadım değil.
Önemli Not: Yazının bundan sonrası spoiler içerebilir. Filmi izlemeden okumanızı tavsiye etmiyoruz.
Filmi izledikten sonra yaptığım incelemelerde Hasır Adam’la ilgili analizlerin aşırı okumayı içinde barındırdıklarını ister istemez düşündüm. Yapılan yorumlarda Hasır Adam’ın dindarlığı eleştirdiği vurgulanıyor. Evet böyle bir yorum adalıların genel davranışları, kendi Pagan inançlarına körü körüne sarılmaları çerçevesinde rahatlıkla yapılabilir. Adalılar bağlantıları bilimi temel alan modern bir insana göre çok daha farklı kuruyorlar: Ekinlerin ürün vermemesini teolojik bir neden-sonuç ilişkisine bağlıyorlar ve bu soruna buldukları çözüm de sonuç getirmeyecek türden bir çaba. Bunu başrolümüz olan polis memuru içinde bulunduğu sıkıntılı durumda, gayet güzel anlatıyor. Hatta gayet de güzel soruyor:”Sizin aklınız yok mu? Gözünüzün önündekini göremiyor musunuz?”
Seküler bir gözle bakıldığında bu noktaya kadar herşey mantıklı gözüküyor. Film dinsel düşüncenin çıktılarını, bu tarz düşünmeye odaklı kişilerin, toplulukların neden-sonuç ilişkilerini ya yanlış kurmalarını ya da kuramamalarını eleştiriyor diyebiliriz, fakat bunu eleştiren polis memurunun da Hristiyanlığa inandığını ve bu inancı hayatının son saniyesine kadar savunduğunu gördüğümüzde bence filmin mesajı biraz karışıyor.
Polis memurumuzun pagan toplumun alışkanlıklarına, geleneklerine, yaşayış tarzına yönelik “kafir”lik suçlamaları abartılı bir oyunculukla, bir engizisyon yargıcı havası taşıyor evet, ama yine de bu suçlamanın onu diğerleriyle aynı kefeye koymak için yapılıp yapılmadığından emin değilim. Filmin genel görselliği ve hikaye anlatma stili bir yanıyla zamanının exploitation sinemasından da etkiler barındırıyor. Exploitation sinemasıyla ilişki kurduğumuzda kurban edenle-kurban edilenin dine yönelik benzer fanatikliğinin iki ayrı kutup gibi gözüken ama özünde aynı “şey” oldukları yönündeki değerlendirme fazla okuma olarak düşünülebilir.
Occam’ın usturasını kullanıp biraz daha direkt bir bakış açısıyla değerlendirirsek eğer, filmin çekildiği 1973 yılı 1968’in sadece 5 yıl sonrası… 68’in isyancı etkilerinin tüm Batı dünyasını içine aldığı yıllardan bahsediyoruz. Filmin içinde bulunan Pagan öğelerin özellikle cinsellik barındırması, polisin attığı her adımda yozlaşmanın cinsellik üzerinden aktarılması filmin başlı başına hippi kültürünü eleştiren, muhafazakar bir çerçeveye de oturtulmasına vesile olabilir. Kendini hem 68’in isyan hareketleri, hem de hippi kültürü tarafından kuşatılmış, dolayısıyla tedirgin hisseden orta sınıf muhafazakar kitleler için film gayet de düz olarak değerlendirilebilecek gerici mesajları içinde barındırıyor. Bu noktada kanıtlardan en önemlisini filmdeki “öteki”nin aslında mevcut İngiliz toplumuna oldukça yakın olmasında buluyoruz.
Normalde bu tarz “acaip” adetler, pagan gelenekler vs. özellikle İngiltere gibi köklü bir sömürgeci geçmişi olan ülkelerde dışsal öğeler (egzotik) olarak değerlendirilip yerli halklara atfedilir. Yani “öteki” sonradan “bulunan”, “keşfedilen”, temasa geçilendir. Hasır Adam’da ise “öteki”lerin İskoç da olsalar Büyük Britanya’nın içinden bir topluluğun üyeleri olduğunu gözlemliyoruz. Bu topluluğun o coğrafyanın kültürel etkilerini taşıması, mevcut ekonomik ve siyasi yapısına sahip olması gayet normal: Bir lordu var, idari kayıtlar tutuluyor, okulda eğitim veriliyor, üretim yapılıyor, işleyen bir postanesi, fırını ve en önemlisi pub’ı var… Zamanında kazanılmış, yerleşilmiş, başarıyla Hristiyanlaştırılmış olan bu yer, sonradan garip yeni pseudo-bilimsel uygulamalarla birlikte anakaradan parçalı bir şekilde kültürel olarak kopuvermiş. Yani aslında gayet de muhafazakar olması beklenebilecek bu yer başkalaşmış, düşman içimizde oluşmuş, gelişmiş; anakaradan kimse de bunun farkına varmamış… En sonunda anakaradan aklı başında birisi, devlet otoritesini de temsil ederekten bu “yozlaşmış” alana intikal ediyor. Böyle bir yerden bakarsak filmin aslında hem siyaset alanındaki, hem de kültürel hayattaki değişimlerle başedemeyen ve bu nedenle de elindeki inancına sarılan muhafazakar insanlara hitap ettiğini görebiliriz.
Bu doğrudan okumayı destekleyecek bir nokta da Aguire- Tanrının Gazabı gibi filmlerde gördüğümüzün tersine inançlı ana karakterimizin aslında kötü veya abartılı hiçbir şey yapmamış olması. Karakterimiz “kafir”lerle mücadelesinin hakkını vermek için yoldan çıkıp, haksız şiddet uygulamaya başlasaydı veya engizisyonu aratmayacak şekilde gaddarlaşsaydı, aslında filmin polisin inancını da eleştirdiğini düşünebilirdik, fakat böyle bir anı neredeyse hiç görmüyoruz. Polisimizin kurban edilmeden önce herkesi rasyonaliteye çağırıp, sonrasında kendi Tanrısına yakarması böyle bir okumaya imkan verebilir evet, ama bu durum da onun inancına dair bir eleştiri getirmiyor. Sadece inancı bir işe yaramıyor, ama kesinlikle Paganların inancının tersine “zararlı” bir inanç değil polisimizinki. O zaman kurban eden “zararlı” inancın karşısında kurban edilen “zararsız” inancı koyduğumuzda tam olarak ne demiş oluruz? İki inancın da saçma olduğunu mu iddia ederiz yoksa belirli bir inancın niteliğine yönelik ahlaki bir önermede mi bulunmuş oluruz? Üstelik tarihte bildiğimiz tüm süreçler tersini gösterirken…
Hasır Adam yüzyıllara yayılmış bir Pagan-Hristiyan mücadelesini arka plana alırken son kertede zalim pozisyonunu Paganlara bırakarak standart Hristiyan yorumlamanın dışına çıkamıyor, ki derdi de bu değil. Sonuçta pseudo-bilim paganizmle, aklı selimlik de Hristiyanlıkla temsil ediliyor. Film kurmaca bir öykü içerisinde mahkum ettiği bu neo-paganizm yorumunu keşke çuvaldızı biraz da Hristiyanlığa batırarak derinleştirseymiş… Bu noktada akla ister istemez Andrei Rublev’in paganizm/hristiyanlık çatışmasını çok daha kapsamlı bir şekilde aktarışı geliyor.
Ben filmin 1968’in rüzgarından korkan orta sınıfa mensup insanların gözünde muhafazakar bir mesaj taşıdığını, en azından onların korkularını besleyerek şoke etme amacı güttüğünü düşünüyorum. 2020’den bakıldığında, 68’in sularının durulduğu bir dönemde artık farklı okumalar yapabiliriz tabi. Sonuçta her film onu izleyenin ağzıyla konuşur.
Bu arada filmin etkileyici bir görselliği, izleyiciyi içine alan bir büyüleyiciliği olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Ayrıca filmin müziklerini dinlemeyi kesinlikle atlamayın. Kelt ezgileriyle bezenmiş bu neo-folk şarkılar atmosferin başarılı şekilde kurulmasına önemli etkide bulunuyorlar.
Deniz Yürür