Zamanımın çoğunu yeni bir şey yazmaktan, üretmekten çok; aklıma gelen fikirleri eleştirmek ve bunların çoğunun çoktandır yapıldığı konusunda kendi içimde tartışmakla geçiriyorum. Oysa bazen bir fikri gerçekleştirmek; onu yargılamaktan, yerin dibine gömmekten daha kolay. Özgün olmak çoğu zaman çok zor, bazen de neredeyse imkansız. Oysa “iş”e yaklaşırken özgünlük dediğimiz özelliğe bakış açımızı biraz değiştirmekte ve esnetmekte fayda olabilir. Özgün olma idealinin; 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başı avangardının hem sanat dünyasına, hem de tüm estetik uğraşlara bıraktığı bir miras olarak artık tarihsel bir olgu olarak değerlendirilme vakti belki de gelmiştir. Belki özgünlük ve aşma kavramlarını bu şekilde değerlendirirsek estetik ve söylemsel üretim gücümüz üzerinde ciddi bir olumlu etki gözlemlememiz mümkün olabilir.
Bu noktada ne tam içinde, ne de tam dışında olduğumuz düşmandan esinlenmekte fayda var… Kapitalizme baktığımızda özgün bir fikrin sonsuz bir tekrara dayalı döngüsel bir hareketle sürekli olarak kullanıldığı bir süreç gözlemliyoruz. Mesela bu yazıyı yazmak için eve gelirken gördüğüm bazı manzaralardan örnekler sunayım: Dev reklam panosunda oğul, baba ve dinç gözüken bir dede kumsalda neşeyle koşuyorlar. Üçü de aynı mayoyu giyiyorlar. Yani reklam çalışması bize kuşaktan kuşağa bu markayı giyebilir/kullanabilirsiniz diyor. Tabi bir tane mayo alıp üç kuşak boyunca giyerseniz mesajı yanlış anlamış olursunuz. Yapmanız gereken üç kuşağa aynı anda üç adet mayo almak… Tipik bir “nesilden nesile değişmeyen klasik” yaklaşımı…
Diğer bir panoda güzel yüzlü, iri mavi gözlü bir kadın bir ruju tanıtıyor. Bu kadının ve bu pozun benzerinden herhalde her birimiz 500 kere görmüşüzdür. Burada önemli olan husus şu: Neden kimse “bu fikir klişe, bunu tekrar tekrar kullanmayalım” demiyor?
Eve gelince TV’yi açmak gibi bir hataya düşüyorum. TV’de sağ politikacıların resmi geçidi var. Hepsi duymaya çok alışkın olduğumuz vatan, millet, din vs. ile ilgili o bildik mesajlarını sıralıyorlar. Sağ politika ülkenin politik yelpazesinin en güçlü dinamiği ve bu tarz laflar -hadi iyimser takılalım ve süreci Demokrat Parti’den başlatmayı deneyelim- yaklaşık 70 senedir neredeyse aynı ton ve sıklıkla dile getiriliyor. Aklı başında hiçbir danışman çıkıp “bunları zaten söylediniz, artık bu laflar tükendi” demiyor. Aksine hem Dünya hem de Türkiye sağı bu lafları sıkıştıkça daha çok dillendirerek kendine hem söylemsel, hem de politik bir alan yaratıyor.
Bu noktada Franco “Bifo” Berardi’nin Deleuze ve Guattari’nin arzuya yönelik söylemlerine yaptığı bir ek, önemli bir yorum aklıma geliyor[1]. Bifo; Deleuze ve Guattari’nin arzu olarak ifade ettiği kavramı tek yönlü bir vektör değil, bir çeşit alan olarak tarifler. Bu çerçevede tekil bir güç vektörü yerine genişleyen ve daralan bir güç alanı olarak arzuyu tanımlar. Kapitalizm topografyası içinde çeşitli arzu alanları arasında itiş-çekişe dayalı bir alan kavgası mevcuttur. Bence yaratıcı libidinal bir enerjinin ortaya çıkabilmesi için solun savunacağı bir arzu alanının kapitalizm dışı çıkışlar oluşturabilmesi zorunludur. Bunun için de belirli bir güç hattının her daim kapitalist arzu ağının yakınlarında sürekli çatışabilir durumda durabiliyor olması gerekmektedir. Gezi gibi büyük eylemliliklerde gedikli sosyalistler ciddi bir şaşkınlık ve aydınlanma yaşadılar. Barikatlardaki çatışmaların, kişiler tekil olarak eve gidip yatsalar, sonra geri gelseler bile hala devam etmekte olduğunu gördüler. Yani kişi olan öznenin yerine, toplumsal bir öznenin hali hazırda orada olduğunu; yaşanmakta olanın şu ana kadar yaşadıklarından daha farklı bir “şey” olduğunu, belki de 1870 gibi süreçlere dair anlatılan/yazılan ama deneyimlenmediği için aslında anlaşılamamış bir deneyim olduğunu orada gördüler. Oradaki barikatlar artık tekil vektörler değil, bir alanı tarifleyen ve tutan bir arzu alanı olarak işlemeye başlamıştı.
İşte aynı tipte bir işleyişin başta görsel sanatlar olarak tüm estetik alanda yapılması gerektiğini düşünüyorum. Estetiğin ve söylemin alanı özellikle kapitalizmin semiyotik anlam üretimi çerçevesinde bu alanı iyice kapsamayı becerdiği noktada, tekil avangart vektörlere bırakılmayacak kadar önemlidir. Punk’ın esas gücü 77 yılının en çok satanlar listesine giren gruplar çıkarmasından değil, bir sokak kültürü, garip bir moda, pek çok küçük amatör grup, bolca gürültü ve karmaşa yaratmasından kaynaklanmaktaydı. Top of the Pops’ta gördüğümüz grupların haricinde eline bir gitar ve davul alan pek çok gencin de bu akıma katılması 20. yüzyılın en önemli gençlik hareketlerinden birini tetiklemiş oldu. Punk hızlıca popüler kültürün bir öğesi oldu olmasına, ama aynı zamanda bir sokak hareketine de dönüştü. Ölen punkın bir popüler kültür öğesi olduğunu biliyoruz, sokak hareketi olan punk ise azınlıkta da olsa hala yaşıyor ve punkın eski görkemli günleri hala oraya bakanları esinlemeye devam ediyor.
Neoliberal kapitalizm çağında distopyanın ütopyaya karşı başarısı, kapitalizmin ütopyayı da kapsayabilme becerisinden kaynaklanıyor. Kapitalizmin distopyası ütopyayı o kadar işlemez hale getirdi ki artık hem bu kötü işleyen sisteme ayak uydurmak zorundayız; hem de başka bir gerçeklik de tahayyül etmemek durumundayız. Distopyanın üstümüzde bıraktığı umutsuzluk pasını üstümüzden atabilmek, ütopyanın umut ağacını yeniden yeşertebilmek için ütopyanın fikirlerinin, alternatif bir sisteme dair umutların gerçekleştirilmeye çalışılması ve küçük adımların ısrarla, tekrar tekrar atılması gerekiyor. Küçük varyasyonlarla, kopyalarla, belki altı doldurulamasa da yine de büyük cüretlerle, özgünlük takıntısına düşmeden; ütopyanın zaten kolektif bir doğası olduğunu da gözeterekten içinde bireysel bir teşvik, tarihe geçme çabası, toplum karşısında biricik egonun büyük arzusunu barındıran avangardı küçük parçalara ayrıştırmak ve çoğul bir varyanta dönüştürmek gerekiyor.
Bu noktada avangardın sorunlara yaklaşımına dair ufak bir parantez açmakta fayda var. Avangard yaklaşım diyalektik olarak işliyor. Yani karşı olduğu bir yaklaşımı negatife atıp, onun bir antitezini ortaya koymak, sonra sanat tarihi içerisinde onu aşmak üzerine kurulu bir akışı var. Oysa insan kültürü alanı diyalektik bir işleyişten öte olumsal bir çerçeveye sahip. Yani kuyuya atılan taşın bir şekilde orada kaldığını biliyoruz. Bu taşların bazen üst üste geldiğini, bazen bazı taşların diğerlerini parçaladığını, bazen iki taşın da birbiriyle ilişkisiz olduğunu ama aralarında yine de onlarca taş olması nedeniyle yine de bir bütünün parçaları olarak ve bir çeşit ilişkide bulunduklarını biliyoruz. Dolayısıyla diyalektik işleyişin kültür alanının sadece çatışmalı alanlarında iyi işleyeceğini dikkate alabiliriz. Hatta çatışmalı alanlarda bile çoğu zaman sonuç “aşma”yla çözümlenemiyor. Çatışma öğelerinden mağlup olanının pek çok özelliği, sentezin içinde neredeyse bütünlüğünü koruyarak orada kendi başına durabiliyor. Tam olarak neden bahsettiğimi anlamak için Kraliçe 2. Elizabeth’e bakmanız yeterli olacaktır. Kraliyet bir “soap opera”ya dönüşmüş şekilde kapitalist İngiltere’nin kalbinde işlemeye devam ediyor.[2]
Kültürün Deleuze ve Guattari’nin köksap düşüncesi şeklinde, yani bir duvarı saran bir sarmaşık gibi işlediğini düşünmek işleri kolaylaştıracaktır. Yani bir ağaç gibi dallara ayrılan ve bir önceki dal ayrımını ikiye bölüp, aşarak geride bırakan bir şekilde değil de; belirli yoğunluk alanlarına sahip, kökler ve dallar arasında networksel bir bağlantı ağı oluşturacak şekilde… Eğer bu şekilde düşünürsek öncekini aşan avangard düşünce yerine, alan betimlemesinin ne kadar iyi çalışacağını da anlayabiliriz. Mevcut durumda kapitalizm; bahsettiğim tipte reklamlar, söylemler ve bu söylemleri sürekli sıralaması nedeniyle duvardaki sarmaşığın büyük bir kısmını kapsamış ve fikirleri, sözleri, eylemleri, reklamları, çıktıları, datalarıyla bu alanın büyük çoğunluğunu anlık periyodda sürekli etkisi altında tutuyor. Alternatif bir yaklaşımın bu etkiden sıyrılmasının yolu ara sıra yüksek bir tayfla da olsa ışıyan ama hızlıca sönen küçük veya büyük patlamalar oluşturmakta değil, tam tersine bir alanı kapsayan bir düşünce ve eylemsellik hattı oluşturabilmesinde. Bu eylemsellik hattı ise, tıpkı spor yapıp kas oluşturmaya çalışmak gibi alternatif kültürün öğelerini sürekli olarak ve inatla üretmeye devam etmekten geçiyor. Bu durumda bazen kötü, bazen sıradan, bazen de iyi sonuçlar olacaktır ama her daim “bir şeyler” ortaya çıkacaktır. Kültürün rizomatik yapısı içinde neyin “iyi” neyin “kötü” olduğunu tarihe anlık bakışlar belirleyecektir. Dolayısıyla önemli olan o anlık bakışı her “an” yakalayan bir ağ örebilme yeteneği ve dirayetidir. Kapitalizm en basmakalıp düşünceyi, kendi gerçeklik algısına dair en temel argümanı bile her gün yüzlerce kez, her türlü ürününde bilinçaltımıza kazımaktadır. Bunun karşısında bizler aynı şeyi iki defa söylemek konusunda imtina etmekteyiz.
Bu noktada Twitter’daki “aktivizm”den bahsetmeden olmaz, keza anlattıklarımız Twitter tipi eylemciliği destekler gibi gözüküyor. Twitter, ekşisözlük gibi mecraların sol görüşlü kişilerce etki altına alınması hiç kuşkusuz kamuoyunun yönlendirilmesi adına belirli düzeyde işe yaramaktadır, lakin bu durum sokak etkisi sınırlı olan bir güç illüzyonu yaratıyor. Biz bu rizomatik yapının anlık nöronal patlamalar gibi işleyen geçici Twitter mesajlarıyla değil, birbirleriyle derin bağlantılar kurabilen ve kalıcı nitelik gösteren “iş”lerle rizomatik networkü etki altına alabilmesi gerektiğini düşünüyoruz, yoksa alternatif düşüncenin etkisi ve derinliği az olacaktır. Aslında sorun bir fikri Twitter’ın yanında[3] bakkalda, berberde, takside de savunabilme becerisinden geçmekte. Tatsız karşılaşmalar yaşamak işten bile değilse de yine de 78 solunun, milenyum soluna göre daha iyi becerebildiği kesinlikle budur.
Tüm bu konuya Badiou’nun penceresinden bakarsak bahsettiğimiz kalıcı, güçlü rizomatik yapı tamamen “kanaat” alanının sınırları içindeymiş gibi gözüküyor. Badiou’nun; öznenin “olay” tarafından sebat çerçevesinde dönüştürülüp, “hakikat”e varış sürecinde kanaatlerin etkisini fazla küçümsediğini düşünmekteyim. Sonuçta kanaatler özellikle tümleşik bilgi alanlarından mahrum bırakıldığımız ve ekonomik ve siyasal sistemin neredeyse bilinçli olarak bizi aptallaştırdığı yerde önem taşımaktalar. Farkındaysanız çocuklarımız öncelikli olarak hepimiz dikkatimizi 30 saniyeden fazla tek bir şeye odaklayamayan hiperaktivite canavarlarına dönüşmüş durumdayız. Dopamin tüketimine odaklı yaşamlarımız sürekli dikkat eksikliği içinde devam ediyor. Yürümek gibi basit veya araba sürmek gibi sorumluluk isteyen ve ölümcül olma potansiyeli taşıyan bir uğraşta bile ekranlardan gözünü ayıramayan insanlardan oluşan bir toplumda yaşıyoruz. Bu dikkat eksikliği çağında anlam dünyamızı bütünleşik ve yapılandırılmış bilgilerden çok ufak kanaat parçalarıyla oluşturuyoruz[4]. Dolayısıyla kanaatler Badiou’nun azımsadığından daha önemli ve kişilere ulaşmanın geriye kalan yegane yolu olabilir. Yani yeni bir olayın ortaya koyacağı hakikatin oluşma koşulu bir araya gelebilen ve yeni bir olaya vesile olan kanaatler toplamından geçiyor olabilir.
Bu noktada Badiou’nun avangarda bir hakikat başlatıcısı olarak ekstra önem verdiğinden de bahsetmek lazım. Evet avangard akımlar hakikatleri tetikleyen olaylar yarattılar. Ve bu ortaya çıkan hakikatler de geçen yüzyılımıza etkilerde bulundu. Ama şu an durumun farklılaştığını düşünebiliriz.
Badiou’cu anlamda özne başına gelen olayla birlikte değişir ve eğer olaya sebat göstererek kendini dönüştürmeye devam ederse bir hakikatin öznesi/nesnesi olur. Dolayısıyla öznenin hakikatle ilişkisi bilinmeyen bir alanı kapsar. Özne bilemediği sonuçları da üstlenerek ve bu sonuçlar karşısında değişerek hakikatin dinamik yıkıcı/yapıcı doğasına layık olur veya bu süreci tamamlayamayarak layık olamaz. Bu noktada öznenin süreç içinde tamamen bir kontrolü yoktur, sadece temas noktaları ve belki de akışa bir yön verici iradesi vardır. Hakikat esnasında boşluk ortaya çıkar ve boşluk nesneleşerek, tanımlanır hale gelir. Badiou bu duruma güzel bir örnek olarak Barok müziğin sonu ve klasik müziğin ortaya çıkışını gösterir. Yani Barok’un kapsayamadığı alanda, etrafı sarılı bir adanın içindeki boşluk noktalarında klasik müzik ortaya çıkmıştır. Klasik müzik Barok’un yetmediği ve aşıldığı yerdir. Yani klasik müzik eski bir hakikatin yetmediği yerde ortaya çıkan yeni bir hakikattir.
Badiou bir hakikatin “gerçekliği” konusunda birtakım ipuçları verir: Eğer hakikat iddiasındaki bir “hakikat taklidi”nin gerici bir tarafı varsa, bu boşluk alanlarını değil de geçmiş olarak addettiği noktayı imler. Badiou buna da iyi bir örnek olarak Nazizmi gösterir. Nazizm sosyalizm hakikatinden isimler, kavramlar, belirli politik argüman parçaları (kanaatler) çalmıştır. Bir sahte hakikat olarak ne zaman olduğu belirsiz bir tarihe, bir ırka ve kültüre dayalı bir geçmiş-gösterge sistemi inşa etmiş, bu boş göstereni de belirli bir dışlayıcı küme olarak inşa etmiştir. Dolayısıyla bu kümenin öncelikli amacı dışlamaktır. Bu dışlayıcı faaliyet de hakikatin evrensel dönüştürücü doğasına aykırıdır. Yani bir sosyalist olarak sosyalizmin ekonomi-politiğine katkı sunmanız için herhangi ırksal, türsel, cinsiyetsel vs. bir engel ortada olmamasına karşın, Nazizmi savunmanız için ciddi bir filtrelemeden geçebiliyor olmanız gerekir: Beyaz, aryan, Alman, heteroseksüel olmak gibi…
Bunları neden anlatıyorum? Benzer bir durumu güncel sanatta da gözlemlemekteyim. Avangardın 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıldaki ilk halleri boş alanı tanımlamanın aracı konumundaydılar. Öncekini aşma, yeni bir sanatsal gerçeklik kurma, geçmişle bağları koparma ve Badiou’cu anlamda “hakikat” yaratma empresyonizm, ekspresyonizm, dada, kübizm vs. gibi akımların ortak özellikleri oldu. Sonrasında bu geçmişle bağları koparma misyonunun kendi amacını aştığı ve bu diyalektik aşma çabasının içeriğe üstün geldiği bir durum ortaya çıktı. Zaten bu durum oluştuğunda sanat camiası için bile bu sanat alanı içeriğin boşlandığı ve biçimin her yönden içeriğin önüne geçtiği bir paradigma ortasına çıkmasına vesile oldu. Yani hakikat oluşturma çabasının kendisi bir fetişe dönüşmesi nedeniyle dönüştürücü doğasını yitirdi.
Hakikatin en önemli unsurlarından birisi “meta-anlatı” olabilmesidir. Yani bu meta-anlatı kendi kendine referans verir, evrensel, fiziksel ve soyut olarak betimlenebilir bir gerçeklik sunar. Hakikat, kendi öncesi ve sonrasıyla keskin bir ilişki kurar; dolayısıyla onu reddetmek imkansızdır. Oysa 20. yüzyıl sanatının son çeyreğinden itibaren modern sanata etki eden akımlar, tıpkı sahte hakikatler gibi boş noktaları dolduran ve yeni gerçeklikler yaratan olaylara değil, geçmişin dolu noktalarını referans vererek “yıkmak için yıkan” akımlara evrildiler. Avangardın misyonu 21. yüzyılda ortadan kalkmış, en iyi ihtimalle sanallaşmıştır. Bu durumda amaç güçlü vektörler ortaya koymak için enerjiyi tekil aksiyonlara harcamak yerine kanaat zincirinin tumturaklı bilgi alanları yaratması için gerekli toprağı oluşturmak olmalıdır. Bu toprak belki bir gün avangardın yeniden bir sahte hakikat değil de gerçek bir hakikat olarak ortaya çıkmasına vesile olabilecektir. Dolayısıyla vektörel özgünlük anlayışından çıkıp alan savunmasına ve hatta saldırısına girişmek, tumturaklı bilgi alanları yaratmanın ön koşulu olarak kanaatler zinciri yaratmak, Badiou’cu eleştirinin alanından uzak kalmayı sağlayabilir.
İçinde bulunduğumuz onyıllarda kapitalizme alternatif bir kültürün kendi gücünü kapitalizmle karşılaştırması ve kanaatlerin gücünü eşitlemesi de yanlış olur. Kapitalizm içindeki ideolojik referansların oluşturduğu kanaatlerin gücü ve etkililiği gayet normal bir durumdur; çünkü bu ideoloji 500 yılı aşkın bir süredir kendi bilgi denizini ve kanaat zincirini oluşturmuş bulunmaktadır. Bu kanaat zincirini kırmanın yolu alan savunması ve çalışmasına dayanacaktır. Bunun için de özgünlüğü dert etmeden, bunun toplumsal bir süreç olduğunu bilerek ve bu toplumsal dışavurumun bir parçası olarak üretme ritmini yakalamak gerekmektedir.
[1] Franco “Bifo” Berardi, Ruh İşbaşında, Metis Yayınları (2012)
[2] Herkes II. Elizabeth’le sözgelimi VIII. Henry’nin ismen aynı ünvanda olduklarını, yoksa politik güç ve yönetsel olarak çok farklı pozisyonda olduklarının farkında olsa da, iki ismin de kültürel soap operaya drama katma konusunda ne kadar yetenekli olduklarını hem tarih kitaplarından hem de gazete küpürlerinden biliyoruz. Kültürel olarak kraliçenin işlevsizleşmesini beklemek oldukça mantıklı olurdu, lakin kendisi tahta çıkışının neredeyse 70. yılını kutlama hazırlıkları yapıyor.
[3] Twitter’da herhangi bir konuyu savunmayalım diye düşünmüyorum. “Bunun haricinde” demek istiyorum.
[4] Belki bu yaklaşımları klasik yağlıboya disiplini ve pointilizm ile karşılaştırmakta fayda vardır.