Neoliberal politikalarla yönetilen ekonomilerin, yüzyılın başından beri hem kapitalizmin kendi iç dinamikleri açısından hem de geniş halk kitlelerinin bu politikalar sonucunda yaşadıkları hoşnutsuzluklar nedeniyle bir çeşit döngüsel kriz yıllarına girdiğini gözlemliyoruz. Kapitalizmin kriz döngüsü o kadar hızlanmış durumda ki artık bir tanesi bitmeden diğeri hakkında farklı uzmanlardan, kurumlardan uyarılar gelmeye başlıyor. Mesela 2019/2020 yılları içinde yeni bir krizin baş gösterebileceğine, dünya çapında bir resesyonun yaşanabileceğine dair uyarılara şahit oluyoruz. Ticaret Savaşları dediğimiz süreç de sıkıntılı dönemlerin ufukta olabileceğine yönelik endişeleri yükseltiyor.
Yeni bir “boom” bekleyenler, yeni bir çöküşün daha eşikte olduğu haberleriyle sarsılıyorlar. Yeni bir çöküş bekleyenler de her şeyin eski tas eski hamam olduğunu görünce şaşırıyorlar. Bu durum aslında eski kriz algımızla yeni kriz algımızı farklılaştırmamız gerektiğini söylüyor bize. 1929 ve 1973’ün çöküşleriyle ve günümüzü karşılaştırdığımızda kapitalizmin farklı dönemlerinden izler taşıyan farklı olgular gözlemliyoruz. Öncelikle şimdi “kriz” olarak adlandırılan şey kapitalizm açısından kar marjlarında bir düşüşü temsil ediyor. Kar marjlarındaki düşüş belirli bir oranı geçince veya zaten büyümüş bir ekonomi bir önceki yıla göre daha az büyüme elde edince bunu kriz diye değerlendirme gibi bir eğilim var. Bu bakış açısındaki ana sorun öncelikle sadece finansal bir okumaya açık olması, ikinci olarak da son onyıldaki krizler ve büyüme arasındaki ilişkiselliğin tümleşik yapısını göz ardı etmesi.
Kriz ve büyüme arasındaki ilişkisellik sermayenin aslında bu krizleri kâr marjı düşmesi eğilimi olarak okuması ve bunu artık bir olgu olarak yönetmesini kapsıyor. Yönetişim literatüründe ortaya çıkan VUCA anlayışı (Volatility / değişkenlik, oynaklık- Uncertainty / belirsizlik- Complexity / karmaşıklık- Ambiguity / muğlaklık) özellikle üst düzey yöneticilere verilen eğitimlerden de görebileceğimiz üzere zaten bu kriz durumunun sermaye tarafından artık “doğal” algılandığının bir göstergesi. Dolayısıyla 2008’den itibaren bu tarz krizlerin denklemin bir parçası olduklarını düşündüğümüzde kapitalizm içinde ciddi bir sarsıntıya ve yıkıma yol açacağını düşünmek pek gerçekçi gözükmüyor. Yani hala böyle düşünen veya heveslenen varsa kapitalizmin kendi çöplüğünde, kendi hatalarıyla çökebileceğine dair umutlanmanın pek de bir manası yok. Keza nasıl ki sigortacılıkta “risk”in kendisi belirli bir yüzdeyle alınıp satılabilir bir meta ise, aynı mantıkla krizin etkileri de sistem tarafından belirli düzeylerde okunan ve iş sürecine dahil edilen bir girdi haline gelmiş durumda. “Riskli işler yaparsan kârın da kümülatif artar” şeklinde bir anlayışın geliştiğini söyleyebiliriz.
Ama bizler için daha önemli bir gerçek var… Tepede krizin sürekliliği yönetilebilir olabilir, hatta batanlardan devraldıklarıyla daha çok çıkanlar, tekelci eğilimlerle avantajlarını arttıranlar, milyoner/milyarder sayısında artışlar olacaktır. Ama piramidin alt taraflarında, geniş halk kitleleri nezdinde kriz sadece ekonomik değil, sosyolojik ve psikolojik etkileriyle de kendini gösteriyor. Kriz durumunun bir süreklilik haline gelmesi güvencesizlikle kol kola yürüyen emekçi olma halinin, işsizliğin farklı parçalı boyutlarının ortaya çıkmasına neden oluyor ve reel ücretler günden güne eriyor. Tüketim tarafında ise bireysel ve hane halkı bazında borçlanmanın sürekli olarak arttığını gözlemliyoruz. Yapılan işlerin niteliğini önümüzdeki onyıllarda değiştireceği kesin olan yapay zeka, makine öğrenmesi gibi teknolojileri ve robotlaşmanın hızlanmasını da göz önünde bulundurduğumuzda geniş halk kitlelerinin bu denklemin kaybedeni veya en azından pastadan en az payı alanları olacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
Eğer geçtiğimiz onyıllara ve belirli coğrafyalara özel bir olgu olarak zaten varlığı sınırlı olan sosyal devleti talanı derinleştirmek için tasfiye etmemiş olsalardı belki devletçi bir çözümün yeniden ufukta belireceği konusunda umutlanabilirdik. Fakat genel olarak devletin de sermayeyle girift ilişkisi sonucunda daha liberal şekilde örgütlendiği, sosyal alanlardan elini eteğini çektiği bir durumla karşı karşıya kalmış durumdayız. Bu noktada halk kitleleri için yaşamsal hizmetleri kapsayan alanların ya sermayeye teslim edildiği ya da -özellikle Afrika ülkeleri, Afganistan ve Ortadoğu’nun bir kısmı, Latin Amerika’nın teneke mahalleleri gibi- gelişmemiş bölgelerdeki halk kitlelerinin ihtiyaçlarına yönelik çözümlerin sunulmadığı ve pek çok insanın kendi kaderiyle baş başa bırakıldığı bir dönemden geçmekteyiz. Karlı olabilecek her alanın sermaye tarafından kapatıldığı, geri kalanın da güçsüzleştirilmiş devletlerin inisiyatifine bırakıldığı bu alanlardaki ihtiyaçlar yeni türden denemeleri ve yaklaşımları bizler için zorunlu kılıyor.
Eski/Yeni Dönemimiz ve Benzerlikler
Bu zorunluluk bizi sosyalizmin özellikle Marx tarafından “ütopik” diye adlandırılan dönemindeki belirli mücadele araçlarına geri döndürüyor. Reel ekonomik denemeleri/uygulamaları devam ettirmeyi terk etmiş ve bunun yerine oldukça siyasi bir hat izlemek durumunda kalmış 1848/1870 sonrası sosyalizminin, yeniden kurucu atalarından bazılarını hatırladığı bir dönem olduğunu söyleyebiliriz bu dönemin. Görünen o ki Owen’in kooperatifleri, Fourier’in komünleri, Louis Blanc’ın Ulusal Atölyeleri ve Proudhon’un değişim bankaları gibi tarihsel deneyimler hakkında daha fazla tartışmamız gerekecek. Owen’ın sınıfsal konumu ve işçi sınıfıyla ilişkisi hakkında ne düşünürsek düşünelim veya Proudhon’un siyasal pozisyonunu beğenelim/beğenmeyelim belirli düzeylerde gerçekleştirmeye ve teorize etmeye çalıştıkları uygulamalara, sosyalizmin önemsizleştiği ve bir alternatif olarak eski gücünü kaybettiği Post-Sovyetik dünyada geri dönmüş gibi gözüküyoruz, tabi yeni dönemin yeni ihtiyaçları ve çözüm önerileriyle…
Bu durum insana ister istemez Karl Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm”de İngiltere işçi sınıfı ile Kıta Avrupası işçi sınıfı arasındaki farklara değindiği kısımları hatırlatıyor. Polanyi, İngiltere’nin sınıflı toplumu içinde işçi sınıfının mücadele hattının daha çok ekonomik çizgilerle, Kıta Avrupa’sı mücadelesinin ise siyasal çizgilerle belirlendiğini belirterek şöyle diyordu:
“Kıta Avrupasında işçi, Sanayi Devriminin etkilerinden çok -sosyal anlamda Avrupa’da böyle bir şey olmamıştı- fabrika ve emek piyasasının olağan koşullarına karşı korunma ihtiyacındaydı. Bunu özellikle yasama yoluyla elde etti, oysa İngiltere’deki yoldaşları aynı şeyi daha çok gönüllü birliklere -işçi sendikalarına- ve emek üzerinden tekel gücü oluşturabilmelerine bağlı olarak sağlıyorlardı.”[1]
Yani Sanayi Devriminin tüm hızı ve deneyselliğini ilk tecrübe eden sınıf olması ve içinde bulunduğu toplumun görece daha “katı” sınıfsal durumu nedeniyle İngiliz işçi sınıfının direniş stratejisi Kıta Avrupası örneklerindeki kadar siyasal mücadeleye bağlı olamıyordu:
“İngiliz işçileri sendikalizmin kişisel ve sosyal sorunlarıyla ilgili sanayideki eylemlerin taktik ve stratejisini de içeren önemli deneyimler kazanır ve ulusal siyaseti kendilerinden daha iyi bilenlere bırakırken, Orta Avrupa işçisi siyasetle ilgili bir sosyalist oluyor, doğal olarak özellikle kendi çıkarlarını ilgilendiren konularda devlet idaresinin sorunlarıyla ilgilenmeyi öğreniyordu.”[2]
Anlı şanlı devrimlerle sürekli sarsılan Avrupa’nın tersine İngiliz işçi sınıfının mücadele hattı, uzun süreli ve adım adım ilerlemeli bir kurguyu gerektiriyordu. 1789’dan beri feodalizme karşı mücadelede burjuvazi tarafında ittifaklar ve ayrışmalarla bir özne olma bilincine varmış olan Avrupalı işçi sınıfının stratejisi çok daha “siyasal” bir çerçevede gelişmişti. Temel hak mücadelelerinin sıklıkla görüldüğü bu dönemde ve coğrafyada ekonomik ihtiyaçların siyasal alanda dışa vurulması çok daha pratik ve akılcı bir çözüm olarak görülüyordu.
Neoliberal politikaların yıllardır uygulandığı günümüze geldiğimizde İngiltere’deki duruma benzer bir durumu yıpratılmış işçi sınıfı üzerinde de gözlemleyebiliyoruz. 1870 sonrası sosyalizminin siyasal zemine dayalı, hak ve talep yönlü, parti/siyasi örgüt odaklı politika yapma stili günümüzün örgütsüzleştirilmiş, bilinçli şekilde parçalanmış işçi sınıfına hitap edemiyor, hatta pek çok yerde işçi sınıfının böyle bir gündemi dahi yok. Bu noktada siyasal iktidar perspektifine sahip bir mücadele yönteminin gereksiz olduğunu kesinlikle söylemediğimin altını çizeyim. Sadece örgütlülük düzeyinin bu kadar az olduğu bir dönemde yalnızca siyasal alana dair politika üretmeye çalışmanın eksik ve yetersiz olacağını düşünüyorum. Aslında yerel ekonomik birimlerin kurulabilmesi ve temel düzeyde ekonomik bir bağlılık ve süreklilik ilişkisinin oluşturulabilmesi siyasal mücadelenin elini de kuvvetlendirecek bir strateji.
Antagonizma Sorunsalı ve Üretim İlişkileri
Sınıf savaşımı ve devrime yönelik basitleştirilmiş şemada -ki şemalar genellikle olguları basitleştirilmiş olarak ele alırlar- en önemli sorunlardan birisi antagonizmaları oluşturan aktörlerden ezilen tarafın (köleler, köylüler vs.) aslında devrimi yapan taraf olmaması gibi duruyor. Yani Roma’yı köleler değil ayrı üretim biçimleri/yaşama dair farklı kavramsal algılayışları ve sistemleri olan kavimler yıkar. Aristokrasiyi yüzyıllardır sömürülen ve ezilen köylüler değil, yeni bir üretim/tüketim anlayışı ve işleyişi oluşturan, uzun süre mücadele eden ve akıllıca ittifaklar kuran burjuvazi yok eder veya evcilleştirir. Dolayısıyla “işçi sınıfı/burjuvazi” diyalektiği içerisinde antagonizmanın ezilen tarafı olarak işçi sınıfının neden bu tarihsel şemanın içinde bir potansiyel barındırdığı sorusunu sormaya hakkımız var diye düşünmekteyim. Burjuvazinin de bir yerlerden evrilerek sermaye birikimine imkan veren koşullardan doğduğunu bildiğimize göre mevcut yapının nasıl kabuk değiştireceğine dair birkaç ipucunun peşine düşmek gerekiyor.
Her şeyden önce işçi sınıfının bir sınıf bilinci oluşturması, mücadele aygıtları üretmesi ve bunları birbirleriyle koordine etmesi gerektiği aşikâr; lakin yeni bir dünyanın tam olarak “nasıl”, yani “hem teknik hem sosyolojik olarak nasıl” işleyeceğine dair pratikler oluşturmadan başarı ihtimalinin gayet düşük olduğunu görmek gerekiyor. Sadece siyasal olarak iktidarın alınabildiği bir durumda sistemin üretim mekanizmasının hızlıca eski yöntemlerle restore edilmek zorunda kalındığı ve bunun karşılıklı bir uzantısı olarak rejimin otoriterleşmek ve sağa çekmek durumunda kaldığı Sovyet Rusya deneyimi, “iktidar işçi sınıfına”nın yanında “üretim araçları da onu nasıl kullanacağını ve nasıl örgütleyebileceğini bilen işçi sınıfına” olarak anlayışımızı değiştirmeyi zorunlu kılıyor. Şayet Lenin’in bile devrim sonrasında üretimi örgütleme konusunda Fordist ve Taylorist deneyimlerden esinlenmeyi savunduğunu hatırlayınca üretimi ve tüketimi örgütlemenin şu an önümüzde bulunan en önemli ödevlerden birisi olduğu ortaya çıkıyor.
Ford’a ve Taylor’a giden yoldan bizi döndürecek kavşak proletarya kavramının nasıl tanımladığımızda ve ona ne tarz bir misyon yüklüyor olduğumuzda yatıyor olabilir. Bence proletaryaya atfedilen tarihsel görevin en handikaplı yanı onun dezavantajlı kimliğini billurlaştırmak oldu. En basitinden proletarya olarak kavramsallaştırılan “şey”in tarihi öncelikle neredeyse yüzyıl süren bir “proleterya-olmama”nın tarihiydi. Gerek zanaatçılar, gerekse de topraksızlaştırılmış köylü kitleleri öyle ya da böyle proletarya olmamaya, yeni kurulan antagonizmanın ezilen tarafı olmamaya çalıştılar. Sonrasında kaçar yol kalmadığında -ki tarihsel olarak da bu dönem kitlesel katılım ve etki bakımından sosyalizmin altın çağıydı diyebiliriz- belirli bir sınıfsal bilince ulaşıp siyaset eylemeyi başardılar. Biz geç-sosyalistlerin bu yüksek döneme baktığımızda devrimin öznesi olarak düşündüğümüz proletarya aslında hem kapitalistler, hem de sosyalistler tarafından oluşturulmuş bir mitin, bir zorunlu-kahraman sınıfın izlerini taşır oldu. Bu çerçevede proletarya denilen kavramın, bir öncesini “proletarya olmamaya çalışma”, sonraki dönemini de “proletarya olmaktan kurtulmaya çalışma” dönemi olarak adlandırmak daha sağlıklı olacaktır. Şöyle ki “proleter” sanayi sisteminin içinde ya yabancılaşmış kol emeğini kiralayan veya hizmet olarak tanımlı bir işin/sürecin sadece uzmanlaşmış, standartize edilmiş bir kısmını gerçekleştiren, emeğine yabancılaşmış bir “insan” olarak zaten tanım itibariyle eksik bir “ekonomik” varlık. Proleter, iktisadi bakış açısının merceğinden sadece verimlilik odaklı kurulmuş bu üretim ilişkisi içine zorunlu olarak konumlanmış. Dolayısıyla proleter dediğimiz kişinin -buna ben de dahil oluyorum- hızlıca bu durumdan kurtulması, biraz da Spinozacı bir yerden sosyal çevre ve doğayla ilişkisini yeniden tesis etmesi ve parçalı özne olma durumunu terk etmeye çalışıp, “olabildiğince” yetkinlikle eyleyerek daha bütünsel bir özne olma yolunda çaba göstermesi gereklidir. Bunu kendi başına da yapamayacağı, bu parçalı kavrayışı ve sınırlı/sorumlu ilişkiyi bugünden yarına devrim dahi olsa bırakamayacağı kesindir, çünkü onu bu noktaya sürükleyen süreç bizzat onun oluşması için hem kendine hem de çevresine yabancılaşmasını ve pek çok açıdan kastre edilmesini gerektirmiştir.
Köylülerin ve yasalarca “serseri” olarak tanımlanma riskine rağmen emek sistemi içine girmeye direnen işçinin proleterleştirilmesiyle, artık günümüzde doktora, mimara, avukata, mühendise kadar varmış olan “meslek erbabı”nın proleterleştirilmesi bu devasa sürecin iki ayrı ucunu temsil ediyor. Bu anlamda iki tarafın da hem işleri hem de kurma potansiyelini içinde barındırdıkları düzeni sürdürebilme kabiliyetleri, kendilerini yabancılaştıran kapitalist süreçlerden adım adım kurtulmalarını ve yeni örgütsel-ilişkisel yeteneklerle donanmalarını zorunlu kılıyor. Bu bağlamda özellikle tarihsel olarak sermaye birikim sisteminin gücüyle mevcut konuma itilmiş eskinin “zanaatçı”sının -ama tabii ki kendisine yeni bir siyasi bilinç kazanmış haliyle- yabancılaşmayla mücadelede ve işe anlam katmada ilham verebileceği düşünülebilir.
Hatta proleterleşme sürecinin bu ikili yapısı aslında hastalığa tam da bir çare sunuyor da olabilir. Düşünsenize; işlerin sahada nasıl yürüdüğünü bilen pratik bilgiyle, işlerin kuşbakışı nasıl yürüdüğünü bilen stratejik, teknik, ileri düzeyde uzmanlaşmış bilgi benzer deklase olma sürecinin ezici devinimiyle yan yana geliyorlar. Bu durumun içinde barındırdığı potansiyeli inanılmaz heyecan verici bulmakla birlikte bu potansiyelin önünü tıkayan küçümsenmeyecek engeller de var maalesef.
Sadece üretim ilişkilerine dair sosyolojik bir tespit olarak proletarya kavramsallaştırması, kapitalizmin bizi tüketim ilişkilerine göre de farklılaştırdığı konumda pek yeterli olamıyor. Bu durum kendini en çok mavi yaka/beyaz yaka ayrışmasında gösteriyor. Farklılaşmayı üretim sürecindeki konumlarından çok tüketim alanındaki ilişkileri çerçevesinde kavrayan bu iki kitle, ayrık halleriyle çok daha kolay yönetilebilir durumdalar. Tüketim ilişkilerine göre kendini farklılaştırabilme kabiliyeti, üretim ilişkileri açısından benzerliğin bireyler bazında göz ardı edilmesine vesile oluyor. İyi bir cep telefonu ve ortalama bir araba bir beyaz yakalının proleter olmadığı izlenimini hem kendisine hem de etrafındakilere vererek sınıf bilincine dair bir aidiyet sorunsalı ortaya çıkarabiliyor. Belki bu duruma yönelik kavramsal araçları Max Weber’in sınıf tanımlarından oluşturmak mümkün olabilir. Yani “üretim ilişkilerine göre proletarya, tüketim ilişkilerine göre küçük burjuva” tarzında ikili sınıfsal nitelemeler belirli yan yana gelişleri veya gelemeyişleri daha net açıklamakta kullanılabilir. Hatta belirli genel ikiliklere -mesela bence direkt üstteki betimleme direkt beyaz yakalıyı anlatıyor- sahip gruplar için farklı politik söylemler, eylemsel çerçeveler ve stratejiler de geliştirilebilir.
Tüketim ilişkileri sorununun çözümü bir yandan kimlerin hangi koşullarla proletarya olduğunu ısrarla vurgulamaktan geçtiği kadar, tüketim alışkanlıklarının dönüşümünü amaçlayan yeni yollar oluşturmaya çalışmaktan da geçiyor. Özellikle ekoloji, sağlıklı gıda tüketimi, sürdürülebilir enerji gibi güncel konular tüketim ilişkilerinin dönüştürülmesini insan türünün devamlılığı açısından zorunlu hale getiriyor. Tüketimin yeniden ele alınması, azaltılması ve yeniden organize edilmesi zorunluluğu bahsettiğimiz üretimsel ve tüketimsel ikili sınıf yapısını birbiriyle ilişkilendirmede bir tutkal vazifesi görebilir. Kapitalizmin kar baskısı nedeniyle gıda güvenliği ve ekolojik kriz konularında yapısal olarak ikiyüzlü bir tutuma sahip olmak durumunda olduğunu biliyoruz. Yani sermayenin iklim krizini ve sağlıklı gıda sorununu, hem sınai mekanizmaları daha verimli hale getirerek, hem de mevcut pazarları derinleştirmek ve geliştirmek için eko-ürünlerle destekleyerek çözmeye çalışacağını öngörebiliriz. Gerçek çözümden uzak bu politikalar ise sorunu yaratan canavarı daha çok besleyeceğinden ekolojik sistemin geldiği durum itibariyle yolun ucu pek parlak bir yere çıkmayacak gibi gözüküyor. Dolayısıyla ekoloji ve sağlıklı gıda sorununu çözmenin koşulu üretimi ve tüketimi yeniden örgütlemeyi insanlığa bir görev olarak dayatmakta. Bundan dolayı üretimin demokratik şekilde örgütlenmesi eylemi, tüketimin de demokratik ve ekolojik çerçevede yeniden örgütlenmesi eylemiyle bir arada gitmek durumunda.
Neyi, Neden ve Nasıl Yapmalı?
Geldiğimiz noktada “Neden yapmalı?” sorusuna verilecek cevap belli. Yapmalıyız çünkü yapmazsak sistemin krizleriyle yaşamak dışında bir alternatifimiz olmayacak. Özellikle makineleşmenin daha da ilerlemesiyle durum iyice güvencesiz ve temel haklardan yoksun hale gelecek. Eğer temel vatandaşlık geliri gibi hakların verilmesi gündeme gelecekse de bu haklar da bir pazarlık sonucunda verilecek, yani belli bir örgütlenme gücünü gerektirecektir. Ayrıca önceki yüzyıllarda uygulanan ve temel vatandaşlık gelirine benzeyen Speenhamland tarzındaki sistemlerin kapitalizm tarafından reel ücretlerin iyice aşağıya çekilmesiyle sonuçlandığını da hatırlamakta fayda var. Kapitalistler temel ihtiyaçların zaten sosyal sistem tarafından karşılanıyor olması fikrinden hareketle, ücretleri iyice dipte eşitlemeye yeltenmişler ve bu yaklaşım sefilliğin daha da derinleşmesine sebep olmuştu. Yani vatandaşlık geliri gibi bugünlerde bizzat kapitalistler tarafından da dile getirilmeye başlayan çözümler, aynı sistemin yüksek kâr marjına odaklı yapısı nedeniyle yaygın yoksulluğa vesile olacak gibi gözüküyor.
O zaman “Ne yapmalı?” sorusuna gelelim. Yapmaya çalışacağımız şey antagonizmanın içindeki aktörlerin dönüşümüne de neden olacak şekilde kendi üretim ve tüketim ağımızı kurmak ve bu ağı demokratik ilkelerle inşa etmek olmalıdır. Eski/yeni üretim anlayışımızın küçük üretim ve tüketim yapılarının geliştirilmesi, birbiriyle koordine edilmesi, tabandan yayılarak önce geniş ağlar sonra fonksiyonel ve demokratik alt-üst yönlü hiyerarşiler oluşturmasına ihtiyacımız var. Bunun için de ayakları yere basan, gerçekliğin tokadıyla belki ilk başta yıkılan ama her seferinde yeniden ayağa kalkmaya çalışan bir aygıtlar toplamını oluşturmamız gerekiyor. Aygıtlarımız tıpkı gerçeklik gibi karmakarışık olacaktır, ama bu da onların aslında daha olası ve güçlü olan tarafını temsil ediyor. İhtiyacımız, tüm zorluğuyla yeni gerçek kırıntılarını oluşturmak ve birleştirmektir.
Çerçeveye dair aktarımlarımdan sonra dilerseniz işin pratiğinde neler yapılabileceğinden bahsedelim. Konuya girmem biraz uzadığı için pratik önerileri yazının ikinci kısmında aktarmaya çalışacağım.
Deniz Yürür – Yeni Emek Çalışmaları Ofisi
[1] Karl Polanyi- Büyük Dönüşüm s.246
[2] s.245