İstanbul Modern’de sergilenegelen ‘Çekim merkezi- Centre Of Gravity’ sergisi gerek içinde barındırdığı Anish Kapoor, Jeff Koons, Louise Bourgeois gibi önemli isimler, gerekse de ‘çekim merkezi’ kavramı ve konusunu başarılı bir şekilde vurgulayan afiş tasarımı sayesinde kısa zamanda bizi de çekim alanına dahil etmişti. Biz de sanat yapıtının karşısına ‘çıplak’ bir şekilde çıkma alışkanlığımızı tekrarladık. Eserlerin kendilerini çeşitli aracıların yazdığı metinler aracılığıyla değil de, kendilerine özgü dilleriyle anlatabilecek yeterlilikte olması gerektiğini düşünen insanlardan olmamız sebebiyle broşürde yer alan ana metin de dahil olmak üzere sergiyle ilgili hiçbir metni okumadık. Bu sayede her sergide yaptığımız gibi bu sergide de bir dedektif gibi davranabilir, dedektifliğin sökmediği noktada ise yazarlığa soyunabilirdik. Her sergiyi bir bilmeceye, her eseri ise bilmecenin bir yapı taşına dönüştürmekten aldığımız keyfi burada da yaşayacağımızı düşünmüştük.
Çekim Merkezi sergisi ise bizlere Juan Munoz, Jeff Koons, Kemal Önsoy gibi çeşitli sanatçıların eserleri haricinde ‘çekim merkezi’ temasıyla ilgili pek de bir şey ifade etmedi. Serginin genel tasarımıyla en çok uyuşan işler ise Anish Kapoor’a aitti. Sergi parçalanmış gibi gözüküyordu. Algımız saydığım sanatçıların çalışmalarını ‘çekim merkezi’ başlığının altında bir yerde; Gülsün Karamustafa’ nın ‘Medyanın Belleği’, Pilar Albarracin’ in ‘Keçi’si gibi çalışmaları ise birbirlerinden de bağımsız şekilde apayrı yerlerde konumlandırdı. İşin içinden çıkamayacağımızı anladığımızda yardımcı metinlere başvurmamız gerektiğini kabul ettik. Gerek serginin metni, gerek internet üzerinden yaptığım araştırma serginin konsepti konusunda kafamda oluşmuş olan soru işaretlerinden büyük ölçüde kurtulmama yol açtı.
Serginin konsepti üzerinde düşünürken gözden kaçırmış olduğumuz en önemli nokta, ‘çekim merkezi’ kavramının sergiye ve bünyesinde barındırdığı eserlerin konumlandırılışına içkin olmadığı gerçeğiydi. Eserlerin seçimini ve konumlandırılışını çekim merkezi kavramı çerçevesinde ve dolayısıyla sergi sınırları içerisinde okumaya çalışmamız itibariyle kafamızda soru işaretlerinin oluşması gayet normaldi. Serginin mevcut durumunu anlamlandırmak için gerekli olan bilgi ancak ek metinler, küratör Rosa Martinez’in röportajı ve çeşitli gazete kupürleri içerisinde bulunmaktaydı. Çekim merkezi kavramı daha çok serginin bulunduğu alanı, yani İstanbul Modern’i betimliyordu. Broşürdeki metinde serginin 9. İstanbul Bienali’yle aynı zamana denk gelerek ‘kenti gerçek bir uluslar arası çekim merkezi’ haline getirdiğinden, ‘İstanbul Modern’in içinde bulunduğu jeopolitik alanın ve yeni uluslar arası müzelerin küresel bağlamının yeni çekim merkezlerinden biri olması fikrine gönderme yaptığı’ndan bahsediliyordu.
‘Çekim merkezi’ kavramının böyle bir çerçevede tanımlanması sergideki belirli eserleri çekim serginin temasıyla bağlantılandırırken yaşamış olduğumuz güçlüğün yanıtıydı. Sergi zaten bizim tanımladığımız sınırlar içerisinde bir şey anlatmaya çalışmıyordu. ‘Serginin sınırları’ farklı bir şekilde çizilmişti. ‘All Star’ veya ‘Best Of” zihniyetiyle hareket edilerek sergiye çeşitli ünlü sanatçıların katılması sağlanarak ve sergi bienale denk getirilerek İstanbul Modern’i merkeze alan bir reklam üretilmişti. Modern’in reklamı zaten en iyi şekilde ünlü sanatçıların eserlerinden oluşan bir sergi aracılığıyla yapılabilirdi.
Sanatın, sanatçının, müzenin ve galerinin kapitalizmle ilişkisi sanat üzerine düşünen pek çok insan için ortadadır. Burada sanatın kapitalizmle ilişkisini irdelemeye tabii ki girmeyeceğiz. Sadece retorikle ortada olan arasındaki açı farkının altını çizmek istiyoruz. Serginin metnine daha dikkatli göz gezdirdiğimizde oluşan yeni sanatsal çekim merkezlerinin (İstanbul gibi) merkez- çevre ilişkisi açısından değerlendirildiğini görüyoruz. Ortada bir değişim olduğu bir gerçektir. Ama burada yapılması gereken ilk şey değişimin körü körüne kutsanmasından önce, değişimin sebepleri ve bedelleri üzerine kafa yormaktır. Merkez gerçekten ‘merkez’liğini ne kadar kaybetmektedir? Çevre ‘çevre’likten kurtulmak için nelerden vazgeçmektedir? Oryantalist ve egzotikleştirici batılı göz, yani merkezin gözü, çevre tarafından içkinleştirilmekte ve bu içkinleştirme hareketi küreselleşme retoriğiyle desteklenmektedir. Küreselleşmenin piyasacı, ticarileştirici etkisini metinde geçen ‘eleştirel ve duyarlı vatandaşlar yaratmak’ söylemine rağmen serginin başlı başına gizli bir reklam olarak kurgulanmış olmasında görebilmemiz mümkündür. Bu tarz bir sanatsal tutumun ortaya çıkaracağı ‘estetik/ siyasal diyalog’ların da negatif anlamda küreselleşmenin ekonomik ve politik çerçevesinin dışına çıkması en azından İstanbul Modern’in içinden dışarıya bakıldığı sürece neredeyse imkansızdır, çünkü İstanbul Modern ancak çekim merkezi sergisinin tişörtlerini giyilip, kupalarından boğaza nazır kahve içilmesine, best of mantığıyla yapılan toplamalar üzerinden sanat dünyası içerisinde pozisyon almalara ve bunu da merkez- çevre ilişkisi üzerinden tanımlamalara imkan veren bir sanat alanıdır.
Serginin reklamcı zihniyetinin kimlere etki edeceği kimleri ‘aktarımsal olarak esneteceği’ ortadadır. Bu haliyle sergi metinde de dediği üzere kendini ’sanatçılarla toplum arasında simgesel bir alışveriş alanı’na dönüştürmektedir. Yalnız ‘alışveriş’ kelimesinin altını çizerek vurguyu iki türlü şekilde ve ardı ardına yapmamız gerekmektedir: Sergi bu haliyle ’simgesel alışveriş’e olanak tanıyan bir alan olduğu kadar, simgesel bir ‘alışveriş alanı’dır da.
Deniz Yürür – Birgün Pazar