Burjuva demokrasisinin diğer yönetim biçimlerinden kendini gerek tarihsel, gerekse de yapısal olarak ayırdığı ve sistemin içerisinde bulunduğu varsayılan o özgürlükçü “öz”ü net bir şekilde dışavurduğu en önemli anlar hiç kuşkusuz seçim anları olagelmiştir. Seçim, farklı görüş ve programlara sahip siyasal öznelerin tanımlı bir alan içerisinde sözlerini söyledikleri, iddialarını dile getirdikleri, eyleme geçme izin ve yetkisini bizzat halkın kendisinden aldıkları bir süreç olarak kurgulanmaktadır. Öyle ki bu özneler arasında akılcı ve/veya gayet keyfi seçimler yapmak ve hatta bu siyasi öznelerden birinin üyesi olarak neyin nasıl yürüyeceğine karar vermek oy verme ve/veya aday olma hakkı bulunan bütün vatandaşların en kutsal görevlerinden birisi olarak sayılmakta ve yüceltilmektedir.
Antik Yunan’dan itibaren yer yer uygulanagelen bir yönetim biçimi olarak demokraside, her ne kadar tarihsel olarak birbirinden farklı pek çok demokrasi modeli sayabilmek mümkün olsa da, en azından söylemsel çerçevede gerek yönetici seçimi, gerekse de belirli konularda bir sonuca varma konusunda oy aracılığıyla karar alma yönteminin sıkça uygulandığını gözlemlemek mümkün. Belirli ortak özelliklere sahip olan vatandaşların belirli sınırlar içerisinde seçimlerini “özgürce” yapabildikleri ve “kendi kaderlerini belirledikleri” bir yönetim sistemi olarak demokrasinin her şeyden önce bir özgür yurttaş kavramsallaştırmasına ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. Özgür yurttaşın içeriği ekonomik ve sosyal yapı tarafından belirlenmiş bulunan çeşitli kriterlere uymak zorunda oluşu ise “özgürlük” söyleminin zayıf karnını oluşturmakta. Bu kriterlere uymayanların özgür yurttaş olma ve dolayısıyla özgürlükten “pay alma” şansları bulunmamakta. Örneğin Antik Yunan’ın doğrudan demokrasiye dayalı yönetimlerinde vatandaş pozisyonunda bulunanların sayısının vatandaş kategorisinin dışında bulunanların sayısına(köleler, mülksüzler, kadınlar, göçmenler) oranla daha az olması Yunan demokrasisi efsanesiyle ilgili kafalarda soru işaretleri oluşmasını sağlıyor.
Tümelin tikele olan üstünlüğünü içgüdüsel olarak veya belki de daha samimi bir ifadeyle şartlandırılmışlığımız sayesinde kabul etmiş modern bireyler olarak “doğulu despotların ve arta kalan baldırıçıplaklar”ın kendilerine özgü yönetim sistemlerini dikkate almayı önemsemeyip, tarih yazınının batılı ana damarlarını takip etmeye devam ettiğimizde ilk olarak Yunan demokrasisinin olgusal olarak gömülmesine, fakat sonra özellikle de burjuvazinin tarih sahnesine şaşaalı ama itişmeli kakışmalı çıkışıyla birlikte bir efsane, bir mit olarak yeniden doğuşuna şahitlik ediyoruz. İktidarın kut ve kan üzerinden kodlanarak meşrulaştırıldığı bir dünyanın seküler günbatımında, Yunan’ın “altın” çağının doğrudan demokrasisi burjuva aydınlarının öykündüğü bir güneş haline gelmişti. Yurttaşlık kategorisinin burjuva bireyi tanımlayacak şekilde formüle edilmesiyle birlikte burjuva demokrasisinin “sınırlı sorumlu(nam-ı diğer S.S.)” yurttaşı veya son günlerin güzide tanımlamasına da gönderme yaparak “sözde değil özde” vatandaşı bir “ürün” olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.
Sınırlı sorumlu vatandaşın özgürlüğünün “başkalarının özgürlüğünün başladığı bir noktada bittiğini” gözönünde bulundurduğumuz ve seçme özgürlüğünün diğer sınırlı sorumlu iktidar taliplileri arasında bir tercihe indirgendiğini gözettiğimizde, bireyin kendi kaderini tayin ettiği yönündeki söylemin aslında koca bir yalandan ibaret olduğunu düşünebiliriz. Belli bir hat ekseninde, sıkı sıkıya tanımlanmış birkaç seçenek arasında gerçekleşen seçme ediminin, en azından sosyalist bir çerçeveden bakarak tahayyül etmeye çalıştığımız özgürlüğe ne kadar yakın olduğu tartışmalıdır. Yine de burjuvazi eski tarihsel düşmanı aristokrasi ve daha sonrasındaki düşmanı işçi sınıfı ile girdiği siyasal iktidar mücadelelerinde işeyerek çizmiş olduğu demokratik özgürlük alanının sınırlarının içine yerleştirdiği seçme özgürlüğünü söylemsel düzeyde güçlü bir silah haline getirmeyi bilmiş ve bu çerçevede vatandaşlık kategorisini sürekli olarak genişletme ve yeniden tanımlama ihtiyacı duymuştur. Öyle ki aristokrasiye karşı olan savaşımında ihtiyaç duyduğu gücü köylü ve işçi kitlelerini kendi yanına çekmekte bulan burjuvazinin elindeki en önemli kozlardan birisi seküler bir demokrasi retoriği ve her ne kadar tarihsel olarak pek çok kez kesintiye uğramış olsa da geniş kitlelerin vatandaşlaştırılması olmuştur.
Siyasal hegemonyanın burjuvazi tarafından ele geçirilmesiyle sonuçlanan sürecin geniş işçi ve köylü kitlelerinin daha fazlasını talep etmelerine sebep olan tarihselliği içerisinde, her ne kadar can sıkıcı kitabi demokrasi tanımlarında kesinti dönemleri olarak formüle edilmeye çalışılsa da, aslında olgusal olarak bakıldığında (ki bu olgusallık Antik Yunan’ da da yer almaktadır) sistemin tuzu biberi olarak adlandırmadan geçemeyeceğimiz ve temelini farklı sınıflar arasındaki güç savaşımına dayandırabileceğimiz zorlamalarla, vatandaşlığın “özdeliğini ve sözdeliğini” yeniden tanımlayan “despot”la sık sık karşılaşıyoruz. Despotun, tanımlanmış olan özgürlük alanının sınırları içerisinde yaşayıp giden vatandaşların çeşitli sebeplerle bu sınırları yeni baştan tanımlamak için harekete geçtikleri dönemlerde egemenlerin bekası için sistemin “id”inin içinden fırlayıveren, görünüşte kaba ve yıkıcı, ama en azından egemen sınıf için düzenleyici müdahaleleri, papazın aynı pilavı defalarca yemekten sıkıldığı noktada demokrasi mitinde içkin bir şekilde bulunan, ama sürekli olarak yok sayılmaya çalışılan bir emniyet sübobu olarak değerlendirilmelidir.
Demokrasiyle yönetilen bir sınıflı toplumun en etkili emniyet süboplarından birisi de merkezi bir yönetim yapısının olmazsa olmazlarından birisi olarak açılımlanagelen temsil anlayışıdır. Antik Yunan’ın sitelerden oluşan daha parçalı siyasal sistemi içerisinde etkili sonuçlar vermiş olan doğrudan demokrasisine karşı, burjuva toplumlarında temsil üzerinden yürüyen bir demokrasi modeliyle karşılaşıyoruz. Vatandaşların kendilerini belli bir süre boyunca kimin temsil edeceklerine karar verdikleri seçim dönemi de merkeziyetçi bir demokraside sistemin meşruluğunu sağlamak açısından önemli bir yerde duruyor. Temsilci seçme anı burjuva demokrasilerinde vatandaşın siyasal bir katharsis yaşamasının sağlandığı ve kendi kendini yönettiği yanılsamasının yaratıldığı bir an olarak kurgulanıyor. Seçim dönemlerinin heyecan verici atmosferi içerisinde yapılan tercihler sözümona toplumun kaderini belirliyor ve bizler yaptığımız bilinçli tercihler sayesinde belirli bir süreliğine “kut” verme tatminini elde ediyoruz.
“Kut”un tarih boyunca yönettiği kitle için ne yaptığını bilen veya en azından bunu iddia eden hükümdarlara “nasip” olduğu kadar zırdelilere, gözünü kan bürümüş Othellovari kişiliklere de rastlamış olduğunu da kabul edersek; kendi bilinçli edimlerimiz sonucunda verdiğimiz “seküler kut”un da daha sonra memnun kalmayacağımız temsilcilere rastlama ihtimalini öngörebilir ve kendi kurmuş olduğumuz bu seküler sistemde böyle ihtimallere karşı bir sigorta bulunması gerektiğini düşünebiliriz. Oysa verilen kutu en azından burjuva demokrasisinin içsel sınırları içerisinde geri almanın bir formülü bulunmamaktadır. Seçmiş olduğumuz ve yine sözümona bizi temsil eden temsilcinin davranışlarını denetleyebilmek ve bizim tercihlerimize uygun davranmadığını düşündüğümüz noktalarda geri çağırmak, seçim sisteminin merkezi ve bütünleşik yapısı çerçevesinde mümkün değildir. Yanlış bir seçim yapmış olduğumuz durumlarda(ki genellikle toplumdaki seçim havası geçip de işler eskisi gibi yürümeye başladığında pek çok seçmenin düşündüğü ve her seferinde yeniden yaptığı gibi) bir sonraki seçimi beklemek ve büyük ihtimalle yine yanlış bir seçim yapmak dışında elimiz kolumuz bağlıdır.
Sınırlı sorumlu seçmenlerin sınırlı sorumlu siyasi özneleri seçip, memnuniyetsizliklerini belirtmek için bir sonraki seçimi beklemek durumunda oldukları, geri çağırma pratiğinin bulunmadığı demokrasi sistemlerinde, mevcut kategorileri eleştiren ve bu kategorileri yeniden formüle etmeye ve hatta ortadan kaldırmaya yönelik bir programa sahip olan siyasal öznelere karşı yasama, yürütme ve yargı organlarının ayrılığına dayalı bir devlet yapısı sistemin bekası için gerekli emniyet önlemlerini alma gücüne yapısal olarak sahiptir. Seçimin nasıl gerçekleştirileceğinden, parlamentonun nasıl kurulacağına kadar pek çok kural verilidir ve hatta yeri geldiğinde seçime katılmak mahkeme, parti kapatma vs. gibi yollarla engellenir. Dolayısıyla “merkez” siyasetin ekseninde dönen partilerin ve koalisyonların ardı ardına iktidara geldiği bir siyasal ortam oluşturulur. Bu noktada seçim barajları da belirli partilerin (bilin bakalım bu Türkiye’de hangi parti?) parlamentoya girmesini önlemek amacıyla kullanılır. Öyle ki baraj mantığı bin bir hesapla tam da “istenmeyenlerin” giremeyeceği şekilde formüle edilip, her seferinde de buna rasyonel ve matematiksel bir açılım sunulur.
Bütün bu önlemlere rağmen kazalar hiç mi olmuyor? Vatandaşların sınırlı sorumlu durumlarından bunaldıkları ve farklı bir çözüm peşinde koştukları dönemlerde kendileri gibi sınırlı sorumlu hallerinden bunalmış siyasal öznelere yöneldikleri durumlar tabii ki oluyor. Böyle durumlarda genellikle çeşitli iç ve dış baskılarla siyasi hareketin elinin kolunun bağlandığına ve en nihayetinde şaftının kaydırıldığına şahit oluyoruz(bkz. Daha birkaç sene önce pek çok sosyalistin umut bağlamış olduğu Lula örneği). Şaftın kibarca kaydırılamadığı zamanlarda ise savaş borusunu çalmak, despotu uyuduğu mağaradan çıkarmak ve yapısal işlevini gerçekleştirmesi için gerekli olan ortamı hazırlamak yeterli oluyor(biri Allende mi dedi?). Askeri darbe sayesinde sözde vatandaşların sözde temsilcilerinin şiddet ve kovuşturma yoluyla bertaraf edilmesi ve vatandaşın “öz”ünün yeniden tanımlanması mümkün hale geliyor.
“Öz”ü zorla yeniden tanımlayan despotun hamlelerini en iyi niyetlerle olsa bile “demokrasinin kesintiye uğraması” olarak formüle etmek aslında kapitalist sistemde vuku bulan sınıf çatışmasını ve bu çatışmanın devlet alanındaki tezahürünü göz ardı etmek ve bu kırılgan yapının üzerini bir demokrasi tülbentiyle örtüp, mistifike etmek anlamına gelmektedir. Siyasetin geniş topografyası içerisinde seçimin vatandaşa kontrol imkanı verdiği alan oldukça küçük bir yer kaplamaktadır. Öyle ki baraj, seçim sistemi gibi yöntemlerle belirlenmiş olan bu sınırlı alan içerisinde özellikle ezilen sınıfların lehine gündelik hayatın baştan aşağı değişimini önüne koyacak bir siyasi öznenin seçilme imkanı oldukça düşüktür. Böyle bir öznenin seçilmesi gibi hallerde bile savaş seçimin ve burjuva demokrasisinin ışıltılı vitrininin dışında süregitmek durumundadır.
Bu noktada temsile dayalı kendi kendini yönetme yanılsamasının radikal siyasi kayışların önüne set çekmek için bir araç olarak kullanılmasından bahsedilebilir. Kapitalist sistemin ve burjuva demokrasisinin yapısına yönelik saldırıyı hedef alan bir siyasi öznenin siyaset topografyası içerisinde geniş bir alan kaplamaya başladığı ve bu öznenin tasfiyesinin (ki burada sınıfsal niteliği içinde barındıran ve “kendinde” halinden çıkıp “kendi için” olmaya başlayan işçi sınıfının siyaset arenası içerisindeki eli kolu olan bir siyasal yapıdan, geleneksel tabiriyle partiden bahsediyoruz) yapısal bir krizle, dolayısıyla da devrimle sonuçlanma ihtimalinin bulunduğu durumlarda parlamenter sistemin genel topografya içerisindeki etkisinin, dolayısıyla vatandaşlığın ve ona bağlı olarak da temsil hakkının genişletilmesinin bir çözüm olarak kurgulanabildiğini görüyoruz. Burjuvazinin yasama, yürütme ve yargının ayrı ellerde toplanması ilkesini saklı tutarak toplumun genel gidişatı üzerinde söz hakkı bulunmayan kitlelerin parlamenter demokrasi çerçevesinde karar verme haklarını tanıması ve seçmenliğin sınırını köylüler, işçiler; daha sonrasında kadınlar, çeşitli etnik gruplar(ABD’de siyahlar örneğinde görülebileceği gibi) ve azınlıklara kadar yayması toplumsal rahatsızlıkları ve dipten gelen talepleri ve isyan çığlıklarını absorbe etme aracı olarak demokrasinin kullanımına iyi bir örnek teşkil etmektedir. Geniş kitlelerin vatandaş ve seçmen kategorisi içerisine girmeleri tarihsel olarak burjuvazinin bir lütfundan çok kendi isyankar pratiklerinin bir sonucudur. Dolaylı veya direkt olarak kazanılmış olan bu hakların her daim ciddiyetle savunulması gerekmekle birlikte, yurttaşlığın yaygınlaştırılmasının burjuvazinin aristokrasi ve proletaryaya karşı olan sınıfsal savaşımında yer yer güç birliği yaratmak(özellikle aristokrasiye karşı), yer yer de farklı aidiyetlerin kendilerini “özgür” bir alan olan parlamento içerisinde temsil etmelerini ve bu sayede “gazlarının alınması”nı sağlamak amacıyla kullanılmış olduğunu tespit etmek gerekir.
Vatandaşlığın ve dolayısıyla oy verme ve seçilme haklarının tarihsel olarak daha geniş kesimlerce elde edilmesinin yanı sıra özellikle Ekim devrimi, Büyük Bunalım ve iki dünya savaşını takip eden süreçte burjuvazinin hegemonyasının sarsılmasıyla bağlantılı bir şekilde ortaya çıkan sosyal devlet yapısı içerisinde ve sosyal politikaların ve dolayısıyla sosyal demokrasinin yükselişi ekseninde işçi sınıfının taleplerinin parlamentoda eskiye oranla çok daha fazla dile getirilir olmasının işçi sınıfının uzun vadede elde ettiği siyasal güçle doğru orantılı olduğu düşünülebilir. Sınıf savaşımının bu süreç içerisinde gelmiş olduğu noktada sosyal demokrasinin devrimci sosyalistlerin sistemi yıkıcı ve dönüştürücü iddia ve pratiklerinin karşısında sistem içi bir alternatif oluşturmuş ve (her ne niyetle uygulanmış olursa olsun) son kertede gerilimi burjuvazinin lehine absorbe etmiş olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki toplumun mevcut durumundan rahatsız kesimlerin parlamenter alanda temsil imkanının somut koşullarının oluşmasıyla, sosyalizme devrim olmaksızın, sistem içi mekanizmaları kullanmak yoluyla geçilebileceği yünündeki sosyal demokrat tezin daha yüksek sesle söylenmesi benzer dönemlere denk gelmiştir.
Bu tespitlerin sosyalistler açısından uzun zaman önceden beridir bayatlamış olduğu ortadadır, ama toplumun “demokrat” olarak adlandırabileceğimiz kesimleri açısından hala önemli bir retorik gücüne sahip olan sosyal demokrasinin özellikle de burjuvazinin hegemonyasını yeniden tesis ettiği ve amansızca saldırıya geçtiği son onyıllar içerisinde neden inişe geçtiğini anlamak ve anlatmak için devrimcilik/reformizm tartışmasını içselleştirmek ve hala kaldılarsa iyi niyetli sosyal demokratlara karşı sıkılmadan açılımlamak gerekmektedir. Demokratların sosyal demokrasinin yükselişte olduğu yıllar içerisinde işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımı içerisinde, hegemonya burjuvazi tarafından yeniden sağlanana kadar, temsil ve reformlar yoluyla olası patlamaları önleyici bir etkide bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekmektedir. Benzer bir şekilde sosyal demokrasinin (burada avro-komünizmin adını da anmak gerekiyor) yaşadığı çöküşün burjuvazinin her alanda yeniden hakim olduğu bir döneme denk gelmesinin veya çöküşe karşı durmak amacıyla sosyal demokrasinin en azından kendine biçmiş olduğu sosyal misyonları ve vasıfları yitirişinin burjuvazi tarafından sınırları çizilmiş tarihsel konumuyla ilintili olduğunu da açıklamak gerekir.
Oyun boşa gitmemesi gerektiği yönündeki retoriğin ve reformlar aracılığıyla işçi sınıfının bakış açısından daha iyi bir topluma doğru yol alınabileceğine yönelik çıkarsamaların karşısında durmak için burjuvazinin belirlemiş olduğu parlamenter coğrafyanın yapısal kırılma noktalarına vurgu yapmak ve bu vurgu çerçevesinde nihai çözümün devrimden geçtiğini ısrarla savlamak gerekmektedir. Devrim/reform tartışması içerisinde sosyalistlerin nihai çözümü devrimde gördükleri aşikardır, fakat bu yaklaşım onları “reformizm batağı”na düşmemek için işçi sınıfının mevcut durumunda iyileşme sağlayacak olan her türlü reformu ciddiye almadıkları bir pozisyona düşürmemelidir. Sosyalistler tabii ki reformların sürekli hale getirilmesiyle sistemin dönüştürülebileceği yönündeki reformist tezin karşısında, sistem içinde kazanılan her türlü başarının sonucunda alanlarının burjuvazi tarafından uygulanan çeşitli tecrit politikaları aracılığıyla daraltılacağını ve sistem içi reform taleplerinin başarısının genel toplumsal muhalefet içerisindeki etkileriyle bağlantılı olduğunu bilirler ve zurnanın zırt diyeceği yeri öngörmeleri ve hazırlanmaları gerektiğinin farkındadırlar; fakat bu durum yine de sosyalistler lehinde veya aleyhinde bir kırılmanın gerçekleşeceği ana kadar çeşitli kazanımlar, işçi sınıfının durumunu iyiye götüren çeşitli reformlar elde edilmesi için uğraşmanın önünde bir engel teşkil etmemektedir. Tam tersine bu tip kazanımlar sosyalistlerce kendi propaganda imkanlarını genişletebilmeleri ve kendileri tarafından (burjuvazi tarafından değil!) tanımlanmış olan siyaset alanı içerisinde pozisyon kazanabilmeleri açısından önem taşımaktadırlar.
Reformist bir hatta kaymayan, ama reformları gözeten bir sosyalist siyaset için burjuvazi tarafından tanımlanmış olan o “kutsal” alan, yani parlamento içkin eleştiri yapmak, kendi programını dillendirmek, burjuvazinin tanımlamış olduğu sınırlar içerisinde geri çağırmasız, kontrolsüz “temsil”e, bu haliyle seçme ve seçilme edimlerine saldırmak ve en nihayetinde işçi sınıfının gündelik kazanımlarını genişletmek için reform taleplerine destek vermek için kullanılabilecek bir alandır, fakat daha fazlası için niyetlenmek ve parlamentoya girmeyi sosyalist politikanın merkezine oturtmak tarihsel yemi bir kez daha yutmak anlamına gelecektir. Bu yemi daha önce yutmuş olanların(sanıyorum yine avro-komünizmi anmak gerek!) geldikleri noktaları gözönünde bulundurarak sosyalistlerin ateşle olan imtihanlarında en nihayetinde mecliste değil, sokaklarda başarı elde etmeleri gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Deniz Yürür– Umut Dergi