Baudelaire’in Modernizmi

Modernite diye kavramsallaştırılan “şey”i bir monoblok olarak algılamak her şeyden önce konuyu basite indirgemek anlamına gelecektir. Bu şekilde bir yaklaşım modernitenin farklı süreç ve boyutlarını ve dolayısıyla içerdiği çelişkileri net bir şekilde kavramsallaştırmamızın önünde önemli bir engel teşkil edecektir. Moderni bir monoblok olarak almanın yanlışlığının yanı sıra, onu tamamen parçalara ayırmak ve özgürleştirici yanlarıyla, otoriter yanlarını tamamen birbirlerinden ayırmak da moderniteye bakışta yanlış olan başka bir kutba savrulmamıza yol açacaktır.

Charles Baudelaire’in modernizmi her şeyden önce onu modernin olumsal kutbunun içerisinde değerlendirmemizi gerektirmelidir, ama bir başka taraftan da bu onu genel modern eleştirisinin tamamen dışında bir yerde konumlandırmamıza engel olmamaktadır.

Baudelaire’in şiirleri bizi hızlı bir şekilde değişip dönüşen bir kente, 19. yüzyıl Paris’ine götürür. Gündelik yaşamın kendisi, modernleşen toplumun yeni bireylerinin içsel sıkıntıları Baudelaire’nin şiirlerinin ana temasını oluşturur. Şehrin değişen çehresinin ayrıntıları ve bireyler üzerindeki etkileri şairin eserlerinde geniş bir yer tutar. Şair monotonlaşan sürekli bir devinimin kent insanlarının üzerindeki etkisini bir aylak, bir boşgezen olarak flaneur tipini merkeze alarak okurlara aktarır. Bunu yaparken de asla ve asla tarafsız olma kisvesi altında kendisini kendi eserlerinin dışına atma yolunu tercih etmez. Baudelaire’in flaneur’ü sadece kapitalizmin tanımlaması içerisinden baktığımızda bir boşgezendir. O bir şekilde kapitalist üretim sisteminin dışında konumlanmıştır, oysa kendisine sorulduğunda yaptığı iş, daha net bir ifadeyle modern kenti gözlemleme işi zaten başlı başına önemli bir faaliyettir. Bu faaliyetin gereklilikleri doğrultusunda flaneur zaman zaman iz süren bir dedektifin ciddiyetine bürünür.

Flaneur direkt olarak kapitalist üretim sistemi içerisinde yer almaz, fakat o sistemin yarattığı bütün değişimlerden etkilenir. Kapitalizmin kentte ve bireylerde yarattığı değişim onu sırf gözlem nesnesinin ve kök saldığı alanın sürekli farklılaşmasından dolayı etkiler. Baudelaire bu değişimin kendisini de etkisi altına aldığını ve hatta bizzat bu değişimin çocuğu olduğunun farkında olduğundan dolayı olsa gerek ki nesnesini inceleme işinin yanı sıra kendisini de çoğu zaman merkeze oturtur. O bu anlamıyla nesnesiyle arasına bir mesafe koyan bir pozitivistten farklı bir noktadadır. Fakat benzer bir şekilde asla ve asla kendisini yapının kendisiyle ve kitleyle tamamen özdeşleştirme eğilimi içerisine de girmez.

Baudelaire’in modernizmi esas gücünü işte bu noktadan alır. O modern dönüşümün hem bir öznesi hem de bir nesnesi haline gelir. Sürekli kayıp giden bir devingenlik onun şiirlerine içkindir. Devingenliğin sürekli olma “durum”u onun modern duruşunun merkezinde yer alır.

Modernitenin hem öznesi hem de nesnesi olma hali onun mevcut duruma eleştirel bir bakış atmasına imkan verir. Zaten modernizmin özgürleştirici olma potansiyeli taşıyan dinamiği tam anlamıyla bu pozisyonda yer almaktadır. Bu haliyle Baudelaire 20. yüzyılın modern canavarından farklı hareket etmektedir. Oysa ki özellikle 20. yüzyılda doruk noktasına gelen modernizminin önemli bir kısmının kendisini sadece bir özne ve geriye kalan her şeyi değiştirilip dönüştürülecek nesneler olarak görmesi durumu modernite içerisinde farklı bir değerlendirmeye tabi tutulmak durumundadır.

Peki, bu modernizm gökten zembille mi inmiştir? Bu soruya olumlu cevap verebilmek bizim açımızdan imkansızdır. Modernizmin özellikle postyapısalcılar ve postmodernistler tarafından eleştirilen yanları bence de modernitenin başlangıç dönemlerinde nüvelerini içinde barındırmaktadır. Bu durum Baudelaire’in son dönemlerindeki tavrından da okunabilir. Kitleyle ilgili fikirleri günden güne sertleşen ve o eski açıklığını kaybeden şair, sanatsal açıdan da “sanat sanat içindir” diye kabaca formüle edeceğimiz bir anlayışa sahip olmuş ve 20. yüzyılın modernist sanat anlayışına doğru kayışın ilk örneklerinden birsini vermiştir.

Bu bakışın en başından beri sorunlu olduğu yan, modernitenin sınıfsal etmenlerini tam olarak okuyamamasıdır. Toplumun sınıfsal yapısı formüle edilmediğinde modern toplumun kendisi bireyin karşısında bir monoblok haline gelmekte ve bir birey olarak şairle bütün bir dış dünya arasında gerçekleşen bir savaş ortaya çıkmaktadır. Bu algı sanatçının kendi bireyselliği ve bu bireysellikten türeyen yapıtını kapladığı alanı daha net bir şekilde çizmesine sebebiyet vermekte ve 20. yüzyılın “büyük” modernizmine kapıları aralamaktadır. Bu yanılsama “burjuvazinin oynadığı ilerici rol” olarak da formüle edebileceğimiz bir olumlayıcı bakıştan kaynaklanmaktadır. Zaman zaman Marx’ın da eleştirilere maruz kaldığı bu “yumuşak karın” sosyalist kanat içerisinde Lenin tarafından haklı bir müdahaleyle, ama Marx’da gözeten bir yerden sertleştirilmiştir. Ne var ki Baudelaire bir şair olarak kendisinde de bulunan bu yumuşak karnı sertleştirecek takipçilere sahip değildir. Dolayısıyla 20. yüzyılda Baudelaire’in modernistinin karşısında Elias Canetti’nin Körleşme’sinin abartılı karakteri Profesör Kien, sürekli yaratıcısı tarafından “dövülen” ve en nihayetinde ateşler içerisinde bırakılan bir figür olarak anıtlaşmaktadır.

Böyle bir perspektiften Baudelaire’i okuduğumuzda bize hissettirdiği şeyler çok farklı olacaktır. Düşürdüğü “hale”yi bulanların bizde yarattığı hislerin telafisi çok da mümkün gözükmemektedir. Zaten Baudelaire’in bizi cezbeden yanı haleyi düşürüp düşürmemesinde değil, hızlıca yolun karşısına geçme isteğinde aranmalıdır. Bu noktada Walter Benjamin’in modern dünyanın şairi olarak Baudelaire’den etkilendiği yerler ile günümüz okuyucusu olarak benim etkilendiğim yerler arasında önemli bir açı farkı bulunmaktadır.

Modernitenin ne olduğunu iliklerimize kadar ve kendi seçimimizin dışında hissetmiş olan insanlar olarak Baudelaire’in şiiri bizim ilgimizi makadamın bataklığına ve onun insanlarda yarattığı etkilerden çok onun bir zevk evine giderkenki şehveti noktasında çekmektedir. Bizim sevdiğimiz nokta tanrıyla altını benzer bir “tiksinçlik düzlemi”nde değerlendirmesinde değil, inatla hala bulutları sevmesindedir. Onu bağrımıza basmamızın sebebi son bakışta aşkı tahlil etmek için gerekli malzemeyi sunmasında değil, inatla ilk bakışta aşkı arayacak cesarete sahip olmasındadır.

Sanıyoruz ki Baudelaire’de bizim sevdiğimiz esas taraf onun modernist yanında değil, tam tersine bir modernistten arta kalan yanındadır. Konumuz en nihayetinde moderniteden çıkıp da onun da seveceği üzre şiire geldiğinde kendi yorumumuzun bu cüreti içermesi gayet doğaldır. Şairin kodlarını özenle şiirine yedirdiği ve bunu da kodun tekelleşmesinin önünde bir engel olarak bilinçli bir şekilde formüle ettiği göz önünde bulundurulduğunda bu kodların çözümlenmesi işi keyfi bir durum haline gelmektedir. Biz bu keyfiliği savunmaya ve şiirden istediğimizi anlama hakkımızı kullanmaya devam edeceğiz; tıpkı dostumuz Baudelaire’in isteyeceği gibi.

Deniz Yürür

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: