Bir şehri sağlıklı bir şekilde inceleyebilmek için hem kentin diğer kentlerle ortak noktalarına (ve dolayısıyla onun oluşumuna etki eden genel tarihsel koşullara) bakmak, hem de bahsi geçen şehrin tekilliğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bir şehri diğerinden sadece yapısal özelliklerini gözeterek ayırmak oldukça zor bir iştir. Ne de olsa benzer tarihsel süreçlerden geçen pek çok kent benzer yapısal özellikleri taşımak durumundadır. Bu benzer özellikler sayesinde şehirleri antik çağ kenti, ortaçağ kenti, modern kent vs. şeklinde sınıflandırmak mümkün hale gelmektedir.
Kentin ticari, sınai, kültürel ve demografik yapısının tahlili her ne kadar onu tanımlamak konusunda önemli veriler sunsa da, sadece bu tarz verilerle yetinerek kentin tekilliğine inmek mümkün olmamaktadır. Tek bir şehre odaklanmayı planlayan bir çalışmanın inceleme konusu olarak ele aldığı kentin tekilliğini ortaya koyması için, şehri benzer diğer modern şehirlerden ayıran noktaları belirtmesi gerekir. Bunun için de tekilliği tanımlamaya yönelik bir teorik çerçeveye ihtiyaç duymaktayız. Bu teorik çerçeveyi ise Aldo Rossi’nin artifakt teorisi içerisinde bulabilmemizin mümkün olduğunu düşünüyoruz. Artifakt yaklaşımı sayesinde bir şehri benzerlerinden ayıran noktaların neler olduğu konusuna odaklanmamız mümkün hale geliyor, fakat bunun için ilk önce artifaktın ne olduğunu açılımlayalım.
Bir kentin tekilliğini ortaya koymak için her şeyden önce şehrin mimarisine odaklanmak gerekmektedir. Öyle ki şehrin mimarisi gerek kopyalama edimi, gerekse de orijinallik çerçevesinde olsun, kentin geçirdiği tarihsel süreci açık bir şekilde yansıtabilmektedir. Bir kentin içsel algısı, üzerine geçirdiği mimari üslupların bir sentezinde kendisini açığa çıkarır; çünkü mimari üslubun kendisi ancak ve ancak beğeni çerçevesinde süreklilik kazanabilir. Beğeninin ise mimariyi tüketen sınıfların genel estetik zevkleri ve dolayısıyla yaşantıları çerçevesinde şekillendiği göz önünde bulundurulursa, üslubun ister istemez o bölgenin “mimari beğeni piyasası”nın genel eğilimleri çerçevesinde yaşayabileceği, yani dolayısıyla yerleşebileceği; o bölgede bir mimari üslup haline gelebileceği düşünülebilir.
Mimari üslubun peşine düştüğümüzde dikkat etmemiz gereken en önemli nokta şehrin mimarisini tek bir mimari anlayış çerçevesinde değerlendirmemektir. Öyle ki farklı sınıfların farklı türden mimari anlayışlara ilgi gösterdiğini göz ardı etmemek, yaşamı algılayışlarına göre farklı türden mimari çözümlere eğildiklerini atlamamak gerekmektedir. Bir şehrin egemen sınıflarıyla, çalışan sınıflarının yaşam koşullarındaki fark bu sınıfların mimari eğilimlerine de yansımakta ve aynı gerçekliğin farklı türden algılanışı mimari seçimlerde de kendini dışa vurmaktadır. Yine de şehre içkin bulunan farklı türden mimari anlayışların her birini ele almak çok daha kapsamlı bir çalışmayı gerektirmektedir. Böyle bir çalışma ampirik veri sunma konusunda ne kadar avantajlı olursa olsun, veri toplama sürecinin yoğunluğu ve meşakkatliliği esas vurgu yapılmak istenen noktanın sulanmasına, üzerinde durulmak istenen ve açıkçası politik olan önermenin göz ardı edilmesine yol açabilmektedir. Böyle bir yanlışa düşmemek için esas olarak sınıf mücadelesinin farklı dönemlerindeki mimari-tarihsel çeşitliliğe odaklanmak yerine, yaşanmışlığın mimari doku üzerindeki mevcut izlerine odaklanmayı ve en nihayetinde şimdiki duruma, tarihin -tabii ki önermeyi yaptığımız bu an için- durduğu durum üzerine eğilmeyi tercih etmekteyiz.
Bu çerçeveden bakarak artifakt kuramının artifaktı toplumsal emeğin somut bir dışavurumu olarak tanımlayan bakış açısından yararlanmak aslında bize istediğimiz vurguyu, istediğimiz sertlikte yapabilmemiz için iyi bir fırsat sunmaktadır. Artifakt bir yandan egemenin kurgusunu tanımlamakta, diğer yandan da barındırdığı yoğun toplumsal emekle, toplumsal işbölümünün gelişmişliğine ve de emekçi sınıfların egemen sınıflar tarafından ne şekilde yönlendirildiğine dair önemli veriler sunmaktadır. Artifaktlar bu halleriyle mimari üslubu tanımlamak için ele alınabilecek temel referans noktaları oldukları kadar aynı zamanda da toplumun temel antagonizmalarının taşıyıcılarıdırlar da…
Toplumsal emeğin artifaktın bedeninde somutlaşması durumu artifaktı her şeyden önce toplumsal bir ürün haline getirmektedir. Bu büyük toplumsal ürün; bir yandan sınıflı toplumdaki mevcut egemen sınıfın projesini betimlemekte, diğer yandan da emekçi kesimlerin bu projeye ikna edilmesi hakkında bilgi vermektedir. Öyle ki artifaktın toplumsal işbölümü çerçevesinde oluşturulabilmesi için emeğin yönlendirilmesinde iki ana yol bulunmaktadır.
Bu yollardan birincisi egemen sınıfın birebir askeri gücünü kullanarak zor yoluyla artifaktı gerçekleştirmesidir. Günümüzden baktığımızda bu tip artifaktların artık anıtsal özelliklere sahip artifaktlar olduğunu söyleyebiliriz. Köle emeği ve angarya üzerine kurulu olan bu artifaktlardan sürekliliklerini sağlayabilmiş olanlar; antik çağdan, ortaçağdan vs. günümüze kadar gelebilmiş ve bugün itibariyle tarihi eser statüsünü elde edebilmiş olan artifaktlardır. Tarihi eser statüsü, toplumun farklı sınıfları arasından süregitmiş bulunan sınıf mücadelesini gölgelemekte ve artifaktı bir dokunulmazlık zırhı ile kaplamaktadır. “Tarihi eser”leri kadim zamanlardan kalma halkların hep birlikte canla başla yaptıkları, hep beraber üretmek “istediklerinden” dolayı ürettikleri artifaktlar olarak değerlendirirsek mevzunun arka planındaki baskı sürecini gözden kaçırmış oluruz.
Bu bakış anıtta içkin bir şekilde bulunan köle emeğinin ve egemen sınıfın kaba kuvvet yoluyla şekillendirdiği emek birikiminin göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Halbuki kafamızı geriye doğru çevirip bu antik artifaktların herhangi birisine baktığımızda; Mısır’ın piramitlerinden tutun, Roma’nın Coleissium’una, İstanbul’un Ayasofya’sından, Çin’deki Çin Seddi’ne kadar, bütün artifaktların özünde yükseliş ve büyüme yerine kan, gözyaşı, küfür, nefret ve diş gıcırtısı[1] bulmamız işten bile değildir. Gelecekten bakıldığında mutlak bir toplumsal mutabakat ve geçişliliği vurgulayan bu anıtlar aslında o günün egemen sınıfının sınıfsal vizyonunu taşımaktadır. Bu vizyonun diğer sınıflara zorla dayatılması artifakt üretiminin en eski ve en ilkel halidir.
Artifakt üretiminin toplumsal işbölümü içerisinde gerçekleştirilmesinin ikinci yolu ise artifaktın gerekliliğinin topluma egemen sınıflar tarafından kabul ettirilmesi, artifaktın rıza yoluyla bir toplumsal gerçeklik halini almasıdır. Bu durum ezilen sınıflar aleyhinde toplumsal, ekonomik ve kültürel bir hegemonyayı temel alır. Vizyonun egemen sınıflar tarafından belirlenmesi, dolayısıyla belli bir sınıfa ait çıkarların, esas olarak toplumun çıkarları gibi gösterilmesi çeşitli ideolojik ve ekonomik aygıtlar aracılığıyla gerçekleştirilir. Egemen sınıfın diğer sınıflar üzerinde kurduğu hegemonya sayesinde toplumsal emek kentsel mimaride artifakt formuna dönüşür. Bu durumda artık ikna süreci salt kaba kuvvetle değil, rıza mekanizmasıyla da işlemektedir. Rıza mekanizması dipte yatan kaba kuvveti perdelemesi nedeniyle çok daha çetin bir toplumsal mücadele pratiğini zorunlu kılmaktadır. Öyle ki artık anatagonizmanın bir parçası olması gereken sınıflar, kendi rızaları ile egemen sınıfın dümen suyuna girmiş durumdadırlar.
Kapitalist sistemde emeğin iş piyasasının sınırları içerisinde “özgür” olarak kodlandığı gözönünde bulundurulduğunda, günümüzde artifakt üretiminin bir rıza sistemi çerçevesinde şekillendirildiği söylenebilir. Tabi emek gücünün ancak ve ancak emek pazarı içerisinde alınıp satılan ve buna göre de fiyatının emek piyasasının durumuna göre belirlenen bir meta olması sebebiyle “özgür” olduğunu unutmamak gerekmektedir. Modern zamanda üretilen artifaktlarda içkin bulunan emek, emek piyasası içerisinde likit durumda olan “özgür” emeğin yapısal özelliklerini birebir taşımaktadır. Nasıl ki artifaktı oluşturan emek, emek piyasası içerisinde bir metaysa, artifaktın kendisi de mimarlık, mühendislik, yapı ve en nihayetinde emlak sektörü içerisinde bir meta olarak yerini almaktadır. Artık dokunulmaz durumda olan, daha doğrusu eser statüsünde bulunan artifaktlar ise emlak sektöründe yerlerini alamasalar da[2] turistik bir simge olarak gezilip görülmeleri için girişleri fiyatlandırılmaktadır.
Kapitalizmin egemen sınıfı olan burjuvazi yaşamın her alanını ticarileştirdiği gibi, kentin artifaktlarını da -ister tarihi eser olsunlar, ister o statüye ulaşmamış olsunlar- ticarileştirmiş ve bir meta olarak “herşey” pazarına dahil etmiştir. Dolayısıyla kentin artifaktlarının kapitalizmin temelini oluşturan meta ağının pençesinden kurtulamadığını söyleyebiliriz.
Günümüz şehirlerinin mimarisi de günümüz kapitalizminin temel özelliklerini içinde barındırmaktadır. Kentin mimarisi burjuvazi-işçi sınıfı antagonizmasının tarihsel derinliği içerisinde şekillenmiş, egemen ve egemen olmayan sınıflar arasındaki mücadele bütün şehrin mimari dokusuna, özellikle de kentin artifaktlarına yansımıştır. Burada tabii ki -özellikle de artifaktlardan bahsederken- mimariye ezilen sınıfların etkisinin, egemen sınıflarınkiyle eşit olduğu gibi bir varsayımda bulunmayacağız. Artifaktların belirli bir tarihsel dönemle ilgili ana referans noktaları oldukları gözönünde bulundurulduğunda, onların büyük ölçüde egemen sınıfın estetik, ticari, politik ve dolayısıyla ideolojik kaygılarını taşıdığı savlanabilir. Ezilen sınıfın dokunuşu daha çok yapının gölgesinde, taşlar arasındaki harçta ve yapı öğeleri arasındaki içsel gerilimde; ancak ve ancak yaldızı kazıdığımızda ortaya çıkmakta, görünür olmaktadır. Bu dokunuşu görünür kılmak için egemen sınıfların hegemonik alanının içine hızlıca dalmak ve Abyyss’in içine çok bakmadan oradan çıkmayı bilmek gerekmektedir.
Aldo Rossi’de mimari, hem “o an”a içkin çeşitliliğiyle yani “verili” eklektizmiyle bir görünen, bir fenomen olarak; hem de tarihsel bir inşa süreci olarak, tarihsel bir doku olarak ortaya çıkar. Mimarinin bu iki boyutluluğu bir yandan yapısal çözümlemeye, diğer yandan da tarihsel okumaya imkan vermektedir. Şehir kendi kendine büyürken bir bilinç ortaya çıkarır. Hiç kuşkusuz ortaya çıkan bu bilinç kentte bulunmuş olan bütün insanların ortak bilincidir. Bu ortak bilinci tabii ki organik bir bütün olarak değil, karşılıklı çatışmalar ve uzlaşmalar toplamı olarak dinamik bir çerçevede ele almak gerekmektedir. Şehrin ortaya çıkardığı bu bilinç bir hafıza oluşturur. Şehir deneyimlerini çeşitlendirir, sorunlarına farklı çözümler arar ve bu süreç içerisinde kendi tekilliğini oluşturur. Bu noktada herhangi bir şehrin içinde bulunulan ekonomik sistemden, toplum modelinden bağımsız bir kültür örgütleyebileceğini savunmak mümkün olmasa da yine de her şehrin bir tekilliği olduğunu söyleyebiliriz. Şehrin yapısal özelliklerinin yanında tekil tarihselliği de önemli bir etkendir ki genellikle tarihsellik yapısal öğelerin farklılaşması için gerekli olan zemini hazırlamaktadır. Yaşanmışlığın şiddeti yapının bütün duvarlarına yansır ve onu sürekli olarak özkurallamaya iter. Her ne kadar özkurallamanın daha geniş bir sistemle uyumlu olması zorunlu olsa da, aynı yaşanmışlığın üst sistem olan o daha geniş sistemle de ilişkiye geçmesi girift bir yapı-tarih uyumluluğu/çelişkisi modeli oluşturur.
İstanbul’un eski dünya kentlerinden birisi olarak yaşadığı değişimlerin, pek çok dünya kentiyle benzer olduğunu söyleyebiliriz. Hatta modern bir kent olarak İstanbul kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği şekilde kentsel yapısını oluşturmuştur. Şehrin genel örgütlenme modeli tarihsel süreç içerisinde burjuvazinin ve devletin gereksindiği ölçüde değiştirilmiş, dönüştürülmüştür. Bu yapısal özelliklerin diğer kapitalist kentlerle karşılaştırılması ve belirli bir model ortaya çıkartılması mümkündür. Fakat bu noktada kabul etmek zorundayız ki ortaya çıkaracağımız bu model kesinlikle pek çok ayrıntıyı gözden kaçırmamıza sebep olacak kadar kaba saba, şehrin yaşantısına dair sadece ana hatlarıyla fikir veren bir model olacaktır. Şehirde gerçekten ne yaşandığı ve de ne yaşanmış olduğu insanların kalplerinde ve beyinlerinde, yapıların yüzeyinde ve sokağın dokusunda saklıdır. Şehre yönelik daha fazla bilgi edinmek için genel yapısal modellemelerin dışında, araştırma nesnesinin tekilliğini kabul etmek ve bu tekilliği anlamaya yönelik bir çaba geliştirmek gerekmektedir. Bu haliyle evrensel, modern bir şehir çözümlemesinin reddinden değil de, bu aracın gerçekliği algılamak için tek yol olarak belirlenmesine yönelik bir karşı çıkıştan bahsedebiliriz. Şehri tam anlamıyla kavramak için onu mekansal bir yapı olarak ele alıp, üretici-işlevsel sistemini incelemek gerekmektedir. Sağlıklı bir çözümleme için araştırma nesnemizi bütün topoğrafyası ve tarihsel tekilliğiyle kavramalı ve aynı zamanda onun kapitalizmle olan bağlarını ortaya koyarak, bu kendinde şey’i kendi bakış açımız doğrultusunda tanımlamalıyız.
Bu noktada yapısal öğenin tarihsellikle temasa geçtiği yerlerin altını çizmek oldukça önemli hale gelmektedir. Öyle ki tarihsel olarak şehirde kalıcı hale gelen öğeler kentin yapısal etkenleri haline de gelmekte, kentin mimari tekilliğini oluşturan en önemli noktalar halini almaktadırlar. Aldo Rossi sabit öğelerin zaman zaman bir patolojiye bile kaynaklık edebileceğini savlar ve bu kalıcı öğeleri dilbilimdeki sabit yapılara benzetir. Bu benzetme özellikle artifaktların egemen sınıflarla ilişkisi gözönünde bulundurulduğunda ciddiye alınabilir. Artifaktlar büyük ölçüde çalışan sınıflar üzerinde baskı kuran egemen sınıfların mimari anlayışının tarihini yansıtırlar.
Aldo Rossi mimari artifaktların tekillik ve süreklilik özelliklerine dikkat çeker. Tekillik, mimari tipin doruk noktası olarak adlandırılabilir. Artifaktın bedeni, kendisinden esinlenen mimari stilin doruk noktasıdır. Bu haliyle tekillik kategorisi artifaktı tarihsel süreklilik içerisinde bir akımın, mimari bir yaklaşımın, dolayısıyla bir ideolojinin ve tasarımın hem oluşum aşamasını, hem de geleceğini imleyen bir dayanak noktası haline getirir. Tekil eser kopyanın orijinalidir, fakat diyalektik bir bakış açısından tekilliğini yine de kopyaya borçlu durumdadır. Bu anlamıyla nasıl ki tekil kopyayı niteliyorsa, kopya da tekil olanı işaretlemektedir. Aldo Rossi’nin anlam dünyası içerisinde tekillikle süreklilik birbirine bağlanmaktadır. Öyle ki mimari ancak ve ancak belli bir tarihsellik içerisinde tekillik payesini alabilmekte, tabiri caizse rüştünü ispatlayabilmektedir.
Aldo Rossi bu noktada “İncelemekte olduğumuz mimari yapı yeni yapılmış olsaydı aynı değeri taşımayacaktı; mimari kendi içinde yargılanabilir olacaktı o zaman, üslubunu ve biçimini tartışabilecektik, ama bir kentsel artifakta karakterini veren kendi tarihinin zenginliğini henüz sunmayacaktı bize.” demektedir. Sağlıklı bir mimari çözümleme için zaman faktörünün önemsenmesi gerektiğini ve belki de bu faktörün -Aldo Rossi’nin özellikle artifakt ile eser arasındaki farklılıklara çok da değinmeyen bir tavrı olduğunu da gözettiğimizde- olmazsa olmaz bir öğe olduğunu savlayan bu görüşün; aslında şehirlerin mevcut durumuna dair yapmak istediğimiz tespitlerin karşısında yer aldığını söylememiz gerekiyor, çünkü mesela günümüz İstanbul’una dair sınıfsal bir panorama sunmayı amaçladığımız noktada tarihi kentten öte, kentin dinamik noktalarındaki gerilimlere dikkat çekmek bugünü anlamak açısından bizim için çok daha önem taşımaktadır. O halde Aldo Rossi’nin artifakt kavramsallaştırmasında başat bir rol biçilen tarih faktörünü modifiye etmemiz bir zorunluluk halini almaktadır.
Biz tarih faktörüne özel önem atfederek eser ile artifaktı aynılaştıran bu yaklaşımı kullanmaktansa artifakt kavramsallaştırmasını bugüne ve geleceğe yönelik kullanmayı savunmaktayız. Bu yolu tercih etmemizin sebebi Rossi’nin de eleştirdiği üzre salt ekonomik- siyasi sistem üzerinden kent okuması yapmak yerine inceleme nesnemiz olan şehri de kendi tekilliği içerisinde tanımlamak olarak düşünülebilir. Şehrin güncel artifaktlarını belirlemek ve geleceğe projeksiyon yaparak bu artifaktların hangi koşullarda ne şekilde değişeceklerini ve anlamlandırılacaklarını kestirmeye çalışmak tam da Aldo Rossi’nin katılacağı türden tekil bir okuma olacaktır.
“Her bir artifaktla birlikte belirli bir bilgi türü, alışık olduğumuzdan farklı, daha eksiksiz bir bilginin şekillendiği” ve “bu bilgi ağında neyin en kadar gerçek olduğunu araştırmanın bize kaldığı” düşünülürse, günümüzün artifaktlarının egemen sınıfla, yani burjuvaziyle ilişkisi ve bu ilişkinin toplumun geri kalan kesimlerine ne şekilde yansıdığı odak noktalarımızdan biri haline gelecektir. Burjuvazi modern kentin egemen sınıfı olarak bilgiyi de kendi sınıfsal ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmekte ve bu şekilleniş çerçevesinde yaşam alanlarını kendine göre yapılandırmaktadır. Dolayısıyla Rossi’nin bahsettiği şekliyle “ame de la cite” yani “şehrin ruhu” büyük ölçüde modern zaman itibariyle burjuvazi tarafından imzalanmıştır.
Egemen sınıflar kendi iradelerini toplumsallaştırıp, kendi anıtlarını toplumsal bir hegemonya çerçevesinde bir artifakt haline getirmek konusunda oldukça başarılıdırlar. Pek çok büyük kent bu tip artifaktlarla doludur. Bunun için bir yandan Mısır piramitleri gibi eski eserlere bakabilir, diğer yandan da Empire State Building gibi daha güncel artifaktları örnek olarak gösterebiliriz.
Artifaktlar oluşturulmuş toplumsal iradenin betimleyicileri olma vasıfları sebebiyle genellikle aynı zamanda sanat eserleri gibi algılanırlar. Mimariyle ilişkileri çerçevesinde sanat akımlarıyla ilişkilidirler ve tıpkı sanat eserleri gibi Zeitgeist’ı yansıtır ve üretirler. Artifaktın sanat eseriyle olan yakınlığı ona bir yandan toplumsal iradenin billurlaştığı psikolojik imlemeler, diğer yandan da tanımlanmayan bir “büyü” katar. Bizce bu büyünün anlamlandırılması için artifaktın arkasında yatan sınıfsallığın çözümlenmesi zorunludur.
Bu anlamıyla Maurice Halbwachs’ın getirdiği “hayal gücü ve kolektif hafızanın kentsel artifaktların tipik özellikleri olduğu” yönündeki önermenin “hayal gücü” kısmını sorgulamak gerekmektedir. Buradaki hayal gücü esas olarak egemen sınıfın çerçevesini çizdiği ve diğer toplumsal katmanlara kabul ettirdiği bir hayal gücüdür ve dolayısıyla mimar ve şehir planlamacısı da ister istemez bu hegemonyanın kanatları altına girmekte ve ondan etkilenmektedir. Ancak hayal gücünün açılımlanmasıyla kollektif hafızanın yeniden kodlanması, egemen sınıfların aleyhine ve ezilen toplumsal sınıfların lehine yeniden tanımlanması; daha sert ve doğru bir ifadeyle yeniden hatırlanması mümkün hale gelecektir. Görüldüğü üzre tarihi bir çizgisellik olarak değerlendirdiğimizde artifaktın mimarlık tarihine göre neredeyse ampirik ve hatta pozitivist bir çözümlenmesinden başka bir yere ulaşmamız mümkün gözükmemektedir. Bu tip bir okumanın ise bizi yeniden başladığımız yere, Leibniz’ci bir tarzda “olması gerekenlerin en iyisi” olan bugüne getirmesi kaçınılmazdır. Tarihin özellikle Anglo-Saxon bir okumayla iradeden bağımsız bir neden-sonuç ilişkileri dizisi olarak oluşturulması, Marksist anlamda toplumsal sınıf mücadelesini yani praxis’i kapı dışarı etmekte ve basit bir geri-ileri çizgisi içerisine hapsedip, bulunduğumuz zamana demirlemesine yol açmaktadır. Oysa ki tarih, farklı toplumsal katmanların aynı anlama nesnesine yönelik pek çok farklı açıdan okunmasına imkan verdiğinden dolayı katmanlıdır ve bu toplumsal katmanların farklı niyetleri, çıkarları ve ütopyaları çerçevesinde sürekli olarak yeniden yazılmaktadır. Tarihin sürekli olarak yeniden yazılmasının sebebi ise, irade çerçevesinde geleceğin nasıl şekillendirileceğinin belli olmamasıdır. Praxis faktörü; toplumsal katmanların her birine, geleceği şekillendirme ve tarihi baştan tanımlama yönünde bir fırsat vermektedir. Dolayısıyla praxis sayesinde tarih geçmiş ile şimdi arasında bir bağ olmaktan öte; geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bir köprü olma işlevi kazanır.
Çalışan sınıfların “an” itibariyle içinde bulundukları umutsuz durumun en önemli sebebi toplumsal arenada ve dolayısıyla tarih üzerinde burjuvazinin kurmuş olduğu bu amansız hegemonyadır. Girişlerin ve çıkış ihtimallerinin net bir şekilde tanımlandığı böyle bir dünyada gerçekleşen tarihsel kesinlik uzun süre sürdürülemeyecek bir tepe noktası olarak tanımlanabilir. İşte bu tepe noktasının bir sonraki düşüş evresine geçmenin yegane yolu tanımlanmaz olanı, ruhsal olanı, tariflenemeyeni tarifleme yeteneğini ve cesaretini göstermekten geçmektedir.
Burada bilimselliğin, tanımlı neden-sonuç ilişkileri içerisinde “pozitivist” anlamıyla tarihin arkasına sığınmaya çalışanların en büyük çelişkisi bilimselliği de bilginin bir alanı olarak bir savaş, dolayısıyla bir praxis alanı olarak algılamaktan uzak durmalarıdır. Öyle ki bilimselliğin kendisi de bir üretim alanı olarak toplumsal topografyanın bütün pürüzlerini üzerinde taşımakta ve kendini sınıfsal çıkarlar ve kültürel hegemonya üzerinde kurmaktadır. Bilimsel bilgi bu anlamıyla bir yandan kültürel hegemonyanın öznesiyken, diğer yandan da nesnesi olmaktadır. Buradaki özne-nesne ilişkisinin gözardı edilmesi; bilim denilen “şey”i de kendinden menkul, sadece kendine sorumlu, sarsılmaz gerçeklerin amansız taşıyıcısı haline getirmekte ve mitleştirmektedir. Mit ile artifaktın tanımlanamayan ama olduğu hissedilen, anlaşılmaz bağı, sadece mitin kendisinin oluşumu üzerine akıl yürütmekle bile kendini açığa vurmaktadır.
Mitin, mitik bir pozisyon yaratmasının yegane koşulu içinde üretildiği toplumsal bağlamla olan işlevsel zeminin koparılmasından geçmektedir. Öyle ki mitin öğeleri kadim toplumların toplumsal düzenleri, hukuku ve yaşamsal işleyişleri için olağan yolçizgileri, hayatı anlamlandırma ve kavrama araçlarıdır. Bu öğeler ancak toplumsal düzen açısından işlevselliklerini yitirdikleri, dolayısıyla artık “olağan” yolçizgileri olmanın, hayatı anlamlandırmanın araçları olmanın dışına çıktıkları, “tanımlanmayan, anlamlandırılmayan gerçeklikler” oldukları noktalarda “mit” pozisyonunu alırlar. Fakat ne kadar işlevlerini yitirirlerse yitirsinler sırf aşılmayı, tarihi yeniden oluşturmayı, dolayısıyla reddedilmelerini sağlayan zemini belirlemiş olmalarından ötürü kültürde içkinleşmiş durumdadırlar. Mitin tarihi, bu haliyle onu mit olarak tanımlayan daha güncel kavrama aracının (kapitalizm açısından bu konudaki en gözde araç hiç kuşkusuz bilimsel bilgi olmaktadır) tarihiyle ilişki halindedir. Öyle ki güncel kavrama aracının kendisi de bir sonraki (bunu zamansallık çerçevesinde değil, praxis çerçevesinde söylüyoruz) güncel kavrama aracının bakış açısından potansiyel bir “mit”e dönüşmektedir. Bu haliyle geçmiş ve gelecek mitlerin herbirisi belirli bir zaman dilimi içerisinde gerçeklik denilen kendinde şey üzerinde anlamlandırma fonksiyonu yürütmüş olan araçlar ve tarih de bu araçların sürekli olarak yeniden üretilen ve her seferinde sil baştan yazılan zemini olarak tanımlanmalıdır. Kendinde şeyi tanımlamaya yönelen toplumsal sınıfların bilişsel araçlarının yıkım dolu savaşının bir kalıntısı, üzerinden sürekli geçilen bir zemin olarak tarih, yığılmacı olmaktan öte tortusal, pozitif olmaktan öte negatiftir.
Artifaktın mitselleştirilmesi, onun tanımlanamaz bir “Zeitgeist”a bağlanması, içindeki hayalgücünün çözümlenmemesi/çözümlenememesi sorunu, ancak bilimin potansiyel mitsel niteliğini tanımlamayan bir yaklaşım açısından önemlidir. Tanımlamanın praxis çerçevesinde bir zorunluluk olarak kendini dayattığı noktalarda, “olası gerçekliklerin en iyisi” olan bu gerçekliğin çözümlenmesi ve daha farklı bir gerçeklik için eyleyenlerin mevcut bilimselliğin araçlarını eğip, bükmek, dolayısıyla potansiyeli kinetiğe dönüştürmek konusunda korkacakları hiçbir şey kalmamış demektir. Bıçağın kemiğe dayandığı noktada “potansiyel mit”in bedeni de eleştiri oklarının hedefi haline gelecektir.
Bir artfiaktı Zeitgeist’a bağlamak, onu nereden türediği belirsiz bir hayalgücüne, bir ruha, bir imgeye indirgeyerek dokunulmaz olanın, “eser”in alanında bırakmak, artifaktın arkasındaki emek sömürüsünü ve tiranlığı gözardı etmek ve dolayısıyla onu gizlemek, kabullenmek anlamına gelecektir. Bu ise praxis’e sırtını dayayan insanlar olarak bizlerin ödemeyeceği, ödemeyi reddedeceği türden bir bedeldir. Bu çerçevede gerek sanat yapıtı olarak, gerek sözümona toplumsal bir miras olarak, gerekse de kültürel bir hazine, “tanımlanamayan duran cisim” olarak artifaktı çözümlememek, ona saldırmamak sınıfsal mücadelesine inandığımız toplumsal sınıf olan işçi sınıfına yüz çevirmekle, sırf burjuvazinin yeniden tanımlayıp, sınırlarını çizdiği “bilimsellik” aşkına ihanet etmekle eşdeğer olacaktır.
Hal böyleyken ne şanlı emek sömürücüsü Roma’nın şanlı Collessium’unun ürettiği gladyatör kültürüne, ne onun günümüzdeki uzantısı olarak sayabileceğimiz endüstriyel futbolun kaleleri olan devasa futbol stadyumlarına; ne de erkek egemen kültürün eskiden beridir bir güç göstergesi olarak algılayageldiği fallik objeler olarak anlı şanlı obelikselere ve günümüz burjuvazisinin çok sevdiği, semalara yükseltmekten keyif duyduğu penisvari iktidar nesneleri olarak gökdelenlere bakıp içlerinde egemen sınıflar açısından barındırdıkları hayalgücüne ve “ruh”a hayranlık duymamıza imkan bulunmamaktadır. Öyle ki bu yapılar ancak ve ancak işlevleri baştan aşağı yeniden tanımlandığı, tıpkı bir mit gibi üzerinden aşıldıkları, dolayısıyla diyetlerini ödedikleri zaman keyif verici “hatıra”lar olarak anlam kazanacaklardır. Bütün bu tanımlamalar içerisinde bilimsellik etik olmaktan çok pratik bir değer taşımaktadır, çünkü etik araç-amaç diyalektiğini kaybetmiş bir araçta değil, o anki duruma kendisini içkinleştiren ideolojide kendisini üretmektedir.
Bu çerçevede her ne kadar anıtsallık perdesi arkasına saklanır olurlarsa olsunlar, artifaktlar geçmişe ve bugüne yönelik yürütülmesi gereken sınıfsal çözümlemenin nesneleri olarak kavranmalı ve mitsel niteliklerinden ayrıştırılmış bir şekilde değerlendirilmelidirler. Sınıfsal bakış açısından, kentin tekilliğine yönelik yapılan bir okumayı özgünlüğe ulaştırmak ve kente yönelik genel-geçer ve kategorik bir sınıfsal söylemin kıskacından kurtarmak için kentsel artifaktların şehrin sınıfsal tarihi çerçevesinde cesurca değerlendirilmesi gerekmektedir.
Deniz Yürür – “Duvarların Ardında İstanbul” kitap projesi için hazırlanmıştır.
[1] İncil’den… İsa’nın her daim olası en kötü durumu betimlemek için sözünün bir kenarına eklemeyi unutmadığı bir tamlama. Salt acıyı değil, acıyla birlikte süregiden bir rahatsızlığı ve çaresizliği de iyi bir şekilde betimliyor.
[2] Aslında son yıllardaki gelişmeleri göz önünde bulundurduğumuzda tarihi eserlerin de emlak sektörü içerisinde yer bulabildiklerini görebiliriz. Kapitalizm dokunulmazlık payesini yapıştırdığı tarihi eserleri de teker teker satışa çıkarmakta, pazarlamaktadır. Buna örnek olarak diskoya, gazinoya, çay bahçesine, hediyelik eşya dükkanına, restauranta çevrilen kasrları, kuleleri, yalıları, sarnıçları gösterebiliriz. Ayrıca tarihi eserler civarlarındaki kentsel arazi fiyatlarına da olumlu yönde etki etmektedirler.