21. Yüzyılın Tasarımı: Body Building Tasarım

Neoliberalizm döneminde artifaktlar artık yerel locus’la değil de, küresel kapitalizmin sarıp sarmaladığı küresel bir locus’la bağlantılı olarak şekillenmektedirler. Bu küresel locus aslında yaratılmaya çalışılan izlenimin aksine, yine belirli merkezler tarafından üretilen estetik üretime bağlıdır. Kısacası küreselleşme söylemi aracılığıyla oluşturulmaya çalışılan homojenlik yanılsamasının aksine, tıpkı ekonomik süreçlerde olduğu gibi estetik üretimde de sermaye birikiminin yığıldığı bölge lehine eşitsiz dağılım hala geçerlidir.

Böyle bir süreçte gerek şehirdeki tekil artifaktların, gerekse de şehir kurgusunun bütününün emperyal merkezlerde üretilen çözümlerden önemli ölçüde etkilenmesi ve bu merkezlerdekine benzer dönüşümler geçirmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. Politik ve ekonomik tahakküm, kendisini hayatın her alanında dışa vurduğu gibi, estetik normlar çerçevesinde de dışavurmaktadır. Biz bu tarz bir tahakküm ilişkisi üzerinden doğan bu estetik tarzı body-building olarak adlandırmaktayız. Body-building tipi tasarımın ana mentalitesi dış çevreye yönelik kapalılık, bu kapalılık ekseninde de yabancılaşmadır. Body-building dış çevrenin durumsallığına, özgünlüğüne, çeşitliliğine karşı araya koyulan bir duvarla ve bir karadelik gibi sürekli olarak içe dönen; iç alanı genişletirken, dış alandan da çalan bir tasarım anlayışı olarak tanımlanabilir. Tasarımın kendisi de tıpkı neoliberal kapitalizmin kendinden başka düşünsel ve ekonomik bir alan tanımlamayan ve “kendinde şey”i kendi tekeline alarak “cogito” pozisyonu yaratan ideolojisi gibi kendi içine dönmekte; dışa karşı abartılı bir gösteriş olarak kodlanan bir “korunma” durumunu üretmekte ve bu korunan alanın içinde de sadece kendine referans veren, kendine yeter bir özel alan yaratmaktadır. Bu noktada kamusal işlev dışarıda bırakılmakta, özel alan kendi işlevini salt kendine dönük olarak üretmektedir. Dolayısıyla body-building modeli tasarımın ahlak anlayışıyla, modern tasarım ve mimarinin -başarılı olsun, olmasın- sürekli olarak dışarıya, kamuya alan bırakma eğilimine sahip, özelin olabildiğince daraltılıp kamusal alanla bağlantılandırılmaya çalışıldığı ahlaki anlayışı arasında tezat oluşmaktadır.

Özel alanın işlevini sürekli olarak genişleten bu tip tasarım ister istemez askeri referanslara sahip olmaktadır. Body-building’ci tasarım kamusal alanı daraltıp, özel, içsel alanı genişletme eğilimiyle burjuvazinin yeni dönem anlayışına uygun olarak kamusallığa karşı Deleuze’cü anlamıyla içe dönük bir “savaş makinası” olarak yapılanmıştır. Tasarımın askeri yönü içeriyi dışarıdan ayırma konusunda şiddetli duvarlar oluşturmasında ortaya çıkmaktadır. Öyle ki body-building tasarım yaşamın her alanında kaleler ve tanklar üretmektedir.

Dışarıdan gelecek herhangi bir saldırıya karşı önlem almak amacıyla hazırlanmış, içeriyi koruyan duvarlar bu model tasarımın karakteristik özelliklerinden birisi olarak düşünülebilir. Bu noktada “duvar”ı geniş anlamıyla kullandığımızı eklememiz gerekiyor. Body- building tasarımda “duvar”a bir yandan kelimenin gerçek anlamıyla kullanıldığı haliyle sık sık rastlıyorken, diğer yandan da esasen işlevsel olarak duvara denk düşen çözümlerle karşılaşıyoruz. Mesela özellikle gökdelen tipi yapılarda sık sık rastladığımız hava dolaşımının direkt olarak pencereler üzerinden değil de uzun uzadıya tasarlanmış hava kanalları ve klimalar üzerinden sağlandığı havalandırma sistemleri de açık hava dolaşımına karşı kontrolü sağlayan bir duvar işlevi görmektedir. Benzer şekilde dışarıdan içerinin gözükmediği, ama içeriden dışarının görülebildiği aynalı camların da bir duvar işlevi gördüğü söylenebilir.

Aynalı camların taşıtlara uyarlanan hali ise içerinin görülmesini engelleyen film şeritlerdir. Üst sınıfların tercih ettiği ve son yıllarda çok tutulan taşıt tiplerinde pencere alanının yıldan yıla daraldığı, genel tasarımın hantallaştığı ve askeri araçlarda görülen sert çizgilerin bu araçlarda da sıkça kullanıldığını gözlemleyebiliriz. Hummer tipi araç ise bu estetik beğeninin en uç örneği olarak görülebilir. Askeri görevler için sert doğa koşullarına karşı tasarlanmış bu araçların gündelik şehir trafiğinde tercih edilmesinin nedeni, aracın tasarlandığı bağlam içerisinde sağladığı tipte bir performansın şehirde gerekmeyeceğini de göz önünde bulundurursak eğer, korunma ihtiyacından türeyen, abartılı bir güç gösterisi olarak tanımlanabilir.

Body- building tarzı mimari tasarımın kökenlerini saptamak için, bu tasarımı işlevlendiren ve tercih edilir kılan toplumsal yapının bedene dair söylemini irdelemek gerekmektedir. Ne de olsa tasarıma yansıyan tercihlerin beden algısıyla ilişkisi bulunmaktadır. Bir tasarım olarak beden, bir tasarım olarak mimariyle diyalektik bir ilişki içerisindedir. Bedeni tarihsel ve toplumsal olarak şekillendiren genel kabuller, mimariyi de şekillendirmektedirler. Bu çerçevede bedenin algılanışına ve kurgulanışına bakmak; “organik beden”le, “taştan, demirden ve camdan beden” arasındaki ilişkiyi anlamlandırmak için uygundur.

Toplumsal bir ürün olarak bedenin son yüzyıllardaki algısal – fiziksel şekillenişini ve tasarımını, bu bedenin kullandığı araçlara ve içinde yaşadığı yapılara olan etkisini egzo ve endo beden anlayışı üzerinden temellendirebilmek mümkündür.

Bedenin gerektirdiği yeme-içme, dışkılama, terleme, kaşınma, cinsellik gibi eylemliliklerin dışadönük olarak gerçekleştirildiği, beden formunun içinde bulunduğu bağlamdan ayrıştırılmadığı, yaşantının durumsal gerekliliği üzerinden şekillenmesine izin verildiği Dionyssos’cu(egzo) beden anlayışının, bu bedenin kendiliğindenliğinin karşısında yüzyıllar içerisinde gelişen Apollon’cu(endo) beden anlayışının yerleştiğini görüyoruz. Yeme-içme tarzının rasyonalize, estetize ve standartize edilmesi; işeme, sıçma, osurma, sümkürme, kulak temizleme, örojen bölgeleri uyarma, kaşıma gibi eylemliliklerin gizlenmesi; cinselliğin en önemli tabulardan biri haline gelerek kişiye “özel” alanın en merkezi konumlarından(özellikle işeme ve sıçmayla beraber) birine oturtulmasıyla birlikte Apollon’cu bedenin tarihsel olarak tanımlanması mümkün hale gelmiştir.

Belirli tıbbi-teknik zorunluluklar ve kültürel farklılıklar ekseninde işlevleri sınırlandırılan beden, süreç içerisinde formsal olarak da teorik ve soyut kategoriler üzerinden tanımlanmaya ve tasvir edilmeye başlanmıştır. Bedenin kişiden kişiye değişen, kişinin doğa ve toplumla girdiği ilişkiler üzerinden oluşan tekil hafızası ve dışsal algılanış açısından bedensel topografyası, onun doğada bulunduğu varsayılan üçgen, kare, dikdörtgen, daire gibi soyut matematiksel formların bileşimi olarak algılanmasıyla standartize edilmeye çalışılmıştır. Bu matematiksel bileşimin “altın” oranlarına uymayan durumsal formlar, “gerekli” oranlara uydurulmak için disipline edilmeye çalışılmıştır. Bu haliyle Apollon’cu kanonik bedenin kendisi ulaşılması gereken rasyonel bir ütopya halini almış, bu ütopyaya ulaşım süreci de başlı başına bir yapılaşmaya, bedenin yapılaşmasına dönüşmüştür. Dolayısıyla içinde yaşadığı anların ve koşulların Dionyssos’cu bedende oluşturduğu tekil form, bir gerçeklik olarak reddedilmesi gereken bir olguya dönüşmüş ve ütopik Apollon’cu kanonik beden sürekli peşinde koşulması gereken bir nihai nokta olarak algılanmaya başlanmıştır.

Burada Dionyssos’cu(egzo) bedenle, Apollon’cu(endo) beden arasında kavramsal bir ayrım yaparken bu iki beden tipinden birini tercih etmemiz gerektiği yönünde basit bir önerme yapıyor olmadığımızın altını çizmeliyiz. Egzo – endo beden ayrıştırmasını sadece iki şıkkı olan bir seçim olarak değil; bir ucunda Dionyssos’cu(egzo) bedenin, diğer ucunda da ütopik Apollon’cu(endo) bedenin bulunduğu geniş bir skala, bir spektrum olarak düşünüyoruz. Öteki türlü bir önerme bize çok çektiren endogamik bedenin karşısına, yine bize çok çektirecek bir egzogamik bedeni koymamızı gerektirirdi; ki böyle bir tercih de egzogamik bedeni de ütopikleştirmemizi ve beden üzerinde benzer ama ters yöne doğru bir tahakkümü normal karşılamamızla, tam da Rousseau’cu veya ilkel anarşist bir “doğal beden”i kutsamamızla sonuçlanırdı. Biz bedenin, salt toplumsallığından dolayı “doğal” bir öz olarak değil de, tarihsel bir kurgu ve dolayısıyla bir mücadele alanı olduğunu savunuyor; işlevselliğini de kendi durduğumuz sınıfsal pozisyonun çıkarları üzerinden algılıyoruz.

Dionyssos’cu veya Apollon’cu olsun bedenin bir ütopya çerçevesinde estetik bir form olarak tahakküm altına alınması bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Her iki estetik formun da karşısında durumsal bir yapı, çevre ve toplumla ilişkisi ekseninde oluşmuş formsal bir kendiliğindenlik olarak bedenin savunulması gerekmektedir. Bedenin formunun ütopikleştirilmesi benliğin sosyal sistem tarafından tahakküm altına alınmasının önkoşullarından birisi olarak ortaya çıkmaktadır.

Bu noktada faşist rejimlerin yurttaş üzerindeki tahakkümü ilk önce beden üzerinden kavramaları uç ama net bir örnek olarak gösterilebilir. Irk üzerine kurulan millet anlayışı çerçevesinde dikkatler öncelikli olarak bedenin kendisine, gerek tarihsel, gerekse de biçimsel olarak inşasına çevrilmiştir. Bedenin tarihinin inşası çerçevesinde genetik kökeninin saptanması, yani ari ırkın kurgulanması, biçimsel inşa çerçevesinde ise bu ütopik ırkın niteliklerinin tanımlanması (mavi gözlü, uzun boylu, sarı saçlı, kaslı, iri yapılı vs.) gerekmektedir. Oluşturulmaya çalışılan ve ne güzel ki başarısızlıkla sonuçlanan üreme programlarının yanı sıra faşist rejimler ellerindeki bedenleri kendi arzularına göre şekillendirmek amacıyla beden eğitimine büyük önem vermişlerdir. Beden eğitimi aracılığıyla özellikle genç insanların konformist bir algıya sahip olmaları ve askeri bir disiplini özümsemeleri hedeflenmiştir. Bu noktada faşist beden anlayışının Dionysos’cu beden anlayışının neredeyse tam zıttı, Apollon’cu kanonik beden algılayışının en uç noktalardan birisi olarak kurgulandığı söylenebilir.

Kapitalizmin tarihsel olarak şekillenmiş bedeninin de (ideal faşist beden kadar olmasa da) yoğun şekilde Apollon’cu özellikler taşıdığı söylenebilir. Kamu sağlığı ekseninde şekillenen tuvalet, yıkanma ve cinsellik edimlerinin kontrol altına alınması, kurulan estetik beden anlayışı çerçevesinde “güzel”in tarihsel olarak kanonik bedene doğru sürüklenişi, önceleri aristokrasiden apartılan ve sonra kendi çizgisini bulan yeme-içme alışkanlıkları, daha doğrusu adabı, tensel dokunuşun ve temasın özellikle Batı ülkelerinde yine bir adab meselesi olarak sınırlandırılması bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Neoliberalizmin beden anlayışının ise tarihsel olarak yerleşmiş ve kanıksanmış bulunan tüketim kültürü çerçevesinde devrimsel olmasa da evrimsel olarak yeni bir hatta doğru evrildiği söylenebilir. Tüketimin beden üzerine yansıması bedenin metalaşması sürecinin de bir gösteriye dönüşmesine vesile olmuştur. Bu gösteri toplumunda içerik “zarf”la ve formla ilişkisini bir yansıma ilişkisinden, bir sanallık ilişkisine döndürmeye başlamış, bedenin “nasıl” göründüğü onun “ne” olduğunu belirler olmuş, ambalaj içeriğin ait olduğu klasmanı betimlemekten öte üretir hale gelmiştir.

Bedenin üzerindeki kıyafetlerin, kullanılan tüketim malzemelerinin, dövme, küpe, hızma, kolye gibi çeşitli aksesuarların kişinin toplumsal durumuna dair izlenimler sağladığı yönünde beylik bir saptamayı tarihin eski dönemlerine kadar götürebilmek mümkündür. Öyle ki pek çok antik toplumda kimin rahip, kimin aristokrat, kimin köle, kimin pleb vs. olduğunu sırf dış görüntüsüne bakarak anlayabilmemiz normaldir. “Bedenin zarfı” toplumsal içeriğiyle büyük ölçüde uyum içerisindedir. Bu tip toplumlarda beden aksesuarlarının kendisi bedeni betimlemesi, ona zarf olması itibariyle bir simgedir ve bu simgeler toplumsal yapı tarafından çok daha kesin, bireyselliğe çok da mahal vermeyecek şekilde net olarak tasarlanmıştır. Bu durum eski toplumların, kapitalizmin önceki dönemleri de dahil olmak üzere sıkça rastlanır Apollon’cu beden politikaları olarak tanımlanabilir.

Oysa neoliberalizmin altın çağında tüketim kültürüyle beraber bedeni tanımlayan aksesuar, giysi ve diğer bireysel tüketim malzemeleri simgesel önemini büyük ölçüde yitirmeye başlamış ve bedeni çevreleyen zarf, bir simgeden bir imgeye doğru değişim geçirmeye başlamıştır. Kurduğumuz Dionysos’cu – Apollon’cu beden skalasında güncel beden bir yandan imgenin seçilmesi babında; kelimenin hem felsefik, hem de gündelik kullanımı çerçevesinde kişisel kolaja imkan vermesi ve imgenin kişi tarafından “özgürce” kurulması; dolayısıyla kişinin kendisini bir imaj olarak dışavurması bağlamında Dionysos’cu bir hatta; diğer yandan da kolaj yapılan nesnelerin tarihsel sürekliliği ve nihai işlevi bağlamında Apollon’cu bir hatta oturmaktadır. Dionysos’cu bedenle Apollon’cu bedenin birbirine katlanarak bir sentez oluşturdukları bu tarz bir yapı bir yandan özgürlük, farklılık, bireysellik vurgusu yaratmakta; diğer yandan da özgürlüğün, farklılığın, bireyselliğin sıradanlaştığı yeni model bir kapalı beden algılamasının oluşmasına vesile olmaktadır. Postmodern şehirlerde artık özellikle üst sınıflara mensup pek çok kimse kendi özgünlüğünü modanın sunduğu yeni olanakları kovalayarak, en farklı, en şık, en dikkat çekici olmak üzerinden kurgulamaktadır. Ne garip ki bu farklılık arayışının sonucunda herkes birbirine daha çok benzemeye başlamıştır. Moda akımları uluslar arası ölçekte dahi oldukça hızlı bir şekilde yayılmakta ve farklı olmaya çalışanların aynı kalıba girdiği, sürekli değişen beden ambalajları ortaya çıkarmaktadırlar. Bu durum bir yandan “güzel”in sürekli olarak parçalanmasına yol açmakta, diğer yandan da beden açısından kanonikliğin standart haline gelmesini sağlamaktadır.

Kapitalizmin Apollon’cu bedeninin Dionysos’cu bedenle sentezlenmesinin en önemli sebeplerinden birisi hiç kuşkusuz tekstil, kozmetik, moda ve güzellik sektörlerinde son yıllarda yaşanmış gelişme ve çeşitliliktir. Pazarı genişletme faaliyetinin yanında, özellikle reklamcılık sektörünün de gelişimiyle ortaya çıkan pazarı derinleştirme faaliyeti de bu gelişime önemli katkılar sunmuştur.

Sektörlerdeki bu gelişme ve derinleşmenin kapitalizmin beden algısının Dionysos’cu bedene doğru evrildiği noktada Apollon’cu bedenin yoğunlaştığı yer; bedenin bir imaj olarak kurulması sonucu (1) toplumsal simge olarak kurgulanmasının önlendiği, yani bedenin gerçek bir iletişim aracı olma vasfını yitirip sanallaştığı ve dolayısıyla kendi toplumsal kökenlerinden bağımsız bir sanal imgeye dönüştüğü; (2) “güzel”in belirli bir merkez tarafından, özellikle de moda tarafından dayatıldığı yerdir. Dolayısıyla seçenek bolluğu ekseninde kendisini özgürce dışavurduğu, kendini imlediği varsayılan beden aslında belirli sınırlar içerisine hapsedilmiş, “güzel”liği tüketim malzemeleri üzerinden tescillenen ve iletişim kabiliyetini de bu yapı üzerinden şekillendiren bir sanal bedene dönüşmüştür. Bu bedende ne Dionysos’cu bedenin temel işlevler açısından dışavurumunu, ne de Apollon’cu bedenin toplumsal mutabakat sonucunda ne olduğunu imleyen iletişimini görebilmek mümkündür. Bu beden “mış gibi yapan”, kendini özgür ve özgün; etrafındaki seçenekleri sonsuz zanneden, dolayısıyla varyasyonların herbirini ayrı bir özgünlük gibi algılayan bir bedendir. Üstelik içinde bulunduğu toplumsal durumun bireyler üzerinde yarattığı maddi koşullar sonucunda ister istemez belirli tüketici gruplarına bölünmüş olması nedeniyle hem felsefik hem de somut olarak Apollon’cudur. Sorun onun kendisini Dionysos’culuk yanılsamasına kaptırarak Apollon’culuğun dipsiz kuyusuna düşmesinden kaynaklanmaktadır.

O zaman bu Apollon’cu kurgunun Body-Building anlayışı çerçevesinde tasarım üzerinden projeksiyonunu bedene özgü tasarımlardan başlatıp, daha çevrel “aygıt”lara taşımak mümkündür. Yeni tipte bir Apollon’cu tasarım anlayışı olarak Body-Building tasarımın kendisi de bir yandan farklılık kurgusu üzerinden kendisini dışavuran, ben burdayım diye bas bas bağıran, ama aynı zamanda belirli bir merkezi estetik anlayış çerçevesinde aslında varyasyondan öteye gidemeyen, yaratılan bir imaj üzerinden kendini kurduğu ve imlediği varsayılan ama esas olarak “ben”le ilişkisini koparan bir bedendir. Nasıl ki yeni tip Apollon’cu bedenin imaj üzerine sözde dışavurumu kendini bu imajın içine hapsetmekte ve dışa kapalı belirli bir disiplin çerçevesinde kontrol altına almakta, “ben”i içeriye kapamakta ve diğer “ben”lerle sanallık dışında ilişki kurmamaktaysa, body building tipi mimari de kendi toplumsal bağlamını ve egemenlik ilişkilerini bir yandan kendine göre kapamakta, ama diğer yandan da daha görünür kılmaktadır.

Bu noktada dışa kapalı lüks siteleri örnek vermek mümkün hale gelmektedir. Kapalı lüks siteler belirli sınıflar için dışa kapalı bir içsel vaha, bir iç-cennet yaratmaktadır. Buralarda yaşayan şahısların kendilerine benzeyen, kendileri gibi sınıfsal pozisyonlarda olan komşuları bulunmaktadır. Bu kimseler lüks havuzlardan, parklardan, bahçelerden faydalanmaktadırlar. Bu siteler aynı zamanda geride bırakılan bütün bir toplumu geniş duvarlar ve güvenlik önlemlerinin ardına “saklamakta”, bu tehlikeli ve vahşi dünyayı dışarıda bırakmaktadırlar. “Ben” bir yandan kendisini bütün bir toplumdan soyutlamakta, diğer yandan da “ben” içerisinde yeni bir toplumsallık kategorisi yaratmaktadır. Bu “ben”in bir parçası olmak, sınırlı bir kamusal alan niteliği taşıyan “özel toplumsallığa” ulaşmak için belirli bir maddi gelir seviyesine sahip olmak bir zorunluluktur. Bu zorunluluk durumu, yani belirli bir gelire ve dolayısıyla işletilen devasa bir sermayeye sahip olma hali; kapitalizmin gerektirdiği türden sınıfsal çelişkiler içerisinde burjuvazinin tarafında olmayı, bu ayrıksı durumu yaratan mekanizmalara bağlanma ve bu mekanizmaları daha da derinleştirme becerisini gerektirmektedir. Body-Building tasarım bahsi geçen ayrıksılığı formel olarak betimlemektedir. Öyle ki içerideki cenneti yaratmanın ve korumanın yolu onu “duvar”lar arkasına hapsetmekten geçmektedir. Bu “duvar”lar bedenin hem (içeriden bakıldığında) Dionysos’cu özgürlüğüne, hem de (dışarıdan bakıldığında) Apollon’cu disiplinine dem vurarak ikili bir çekim noktası oluşturmaktadır.

Body-Building tasarımın bu ikili yapısının Dionysos’cu- Apollon’cu beden skalasıyla ilişkisi bir Mobius şeridi üzerinde açıklanabilir. Şerit şeklinde kesilmiş bir kağıdın iki ucunu düz olarak değil de bir tarafı ters dönerek diğerinin üzerine gelecek şekilde birleştirerek oluşturabileceğimiz bir Mobius şeridinde, kağıdın bir tarafını Dionysos’cu beden, diğer tarafını ise Apollon’cu beden olarak tanımladığımızda ve bir kalemle herhangi bir noktadan başlayıp sürekli olarak aynı hattı takip ettiğimizde bir süre sonra kalemin kağıdın iki boyutunu da kat ettiğini farkederiz. Bu ikilik benzer şekilde Body-Building tasarımda da bulunmaktadır. Bütün toplumsallığı reddeden, kendini ondan ayıran tasarım, bir yandan iç mekanı genişletmekte, diğer yandan da toplumsal alandan çalmakta ve içeride özel nitelikli farklı türden bir kamusallık yaratmaktadır.

Body-Building tasarım gücünü büyük ölçüde ekonomik altyapıdan alır. Bu ilişkiyi doğru bir şekilde tanımlayabilmek için emperyalizm ve sermayenin uluslararasılaşması olgularını göz önünde tutmak gerekmektedir. Sermayenin uluslararasılaşma sürecinde gerçekleşen ekonomik yayılım, yani üretimin bütün kıtalara yaygınlaştırılması ve parçalanması sayesinde yapı sektöründe de üretim parçalanmıştır. Bu parçalanmanın doğal bir sonucu aynı türden malzemenin küresel uzamın pek çok alanında kullanılması ve üretilmesi olmuştur.

Uzama özgü malzeme kullanımı azaldıkça, yeni üretim zinciri ekseninde yapının işlevi de belirli sınırlar içerisine hapsedilmektedir. Bu sayede kara kış koşullarının hakim olduğu alanlarda da, kızgın çöl sıcaklarının bedenleri kavurduğu coğrafyalarda da betonarme yapıların kullanılması olağanlaşmaktadır. Bu yapı malzemesi erozyonu içerisinde yerel malzeme, bahsi geçen Dionysos’cu sözde dışavurumu gerçekleştirmek için ancak otantik bir öğe olarak kullanılabilmektedir. Hatta kimi zaman bu otantik öğeler yine aynı sistemin yüksek transportasyon altyapısı ve pazarın genişliği sayesinde başka coğrafyalarda kullanılabilmekte ve otantik işlevden ayrılıp, egzotik işlevler edinebilmektedirler.

Sermayenin uluslararasılaşma süreci ekseninde ortaya çıkan parçalı üretimin merkezi ileri derecede kapitalistleşmiş ülkelerdeki çeşitli odaklar tarafından belirlenmekte ve yerel odaklar bu merkezlerle eşit olmayan bir paylaşım içerisine girmektedirler. Bu eşit olmayan paylaşımın odak noktası olarak adlandırabileceğimiz ülkelerdeki tasarım üretimi de küreselleşme sürecinin homojen retoriğini taşımakta, fakat somutta ise tıpkı siyasal durumda olduğu gibi heterojen ve yayılmacı bir yapı oluşturmaktadır. Merkez ülkelerde üretilen tasarımlar ve mimari çözümler geç kapitalistleşen ülkelerdeki yapı ve tasarım sektörleri tarafından içselleştirilmekte ve ancak sınırlı düzeylerde yerellik katılarak özgünleştirilmektedir. Bu çerçevede Batı’daki mimari çözümler dünyanın neredeyse bütün coğrafyalarında temel referans noktası olmakta ve ancak kopyaya veya varyasyona dayalı artifaktlar oluşturmaktadırlar.

Üstyapısal olarak emperyalizm olarak şematikleştirdiğimiz çerçevede Body-Building tasarım da bir kültürel öğe olarak ileri kapitalist merkezler tarafından yayılmakta ve yerel odaklar tarafından içselleştirilmektedir. Gökdelenin, Amerikan tarzı kapalı sitelerin, alışveriş merkezlerinin genel uygulamalarının ve benzer türde iç mimarinin yayılımının, küreselleşme adı verilen süreçle birlikte hızlandığından bahsedebilmemiz mümkündür. Body-Building olarak adlandırdığımız tasarım modeli kamusal alandan çalan, modern mimariden farklı olarak kamusal alana pay bırakma gibi bir vizyonu olmayan, özgürlüğü dışa ulaşma yönünde değil de, içeriye dönme ve dolayısıyla özelleştirme yönünde tanımlayan türden bir Zeitgeist’ın izlerini taşımaktadır. Bu durum tasarımın kapitalizmin son yıllardaki yönelimleriyle olan diyalektik ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Tasarım egemen sınıfın yürüttüğü ekonomi ve politika alanlarındaki yönelimlerden beslenmekte ve uygulamaya koyulduğu çerçevede bu yönelimleri güçlendirmektedir. Genel politikanın Body-Building modeli tasarıma yansıması sonucunda neoliberal ideoloji yapılar tarafından da içselleştirilmekte ve yaşamın her alanına taşınmaktadır.

Kendisini mevcut neoliberal ekonomik ve politik sisteme dayandıran Body-Building modeli tasarım etkisini tekil yapıların, dolayısıyla kentin artık (tekil değil de) kopya olan artifaktlarının da dışına taşırmakta ve şehrin mimarisine yaymaktadır. Aldo Rossi’nin bahsettiği çerçevede şehrin mimarisinin şehrin artifaktlarının üzerinden okunabileceğini düşünürsek, zaten burjuvazinin zamanın ihtiyaçlarına göre oluşturduğu bu yeni tarzdaki estetiğin yeni türden artifaktlara yansıyacağı ortadadır. Dolayısıyla şehrin mimarisini onun doruk noktaları olan artifaktlara indirgediğimizde bile Body-Building tasarımın etkileri göze çarpmaktadır.

Body-Building tasarımı salt mimari bir süreç olmaktan çıkarıp genel bir şehir planlama tarzı, bir yönetişim yöntemi olarak düşündüğümüzde ise egemen sınıfın çıkarlarıyla oldukça uyumlu bir şehircilik anlayışıyla karşılaşıyoruz. Özellikle İstanbul gibi gelişmekte olan ülkelerin büyük şehirlerinde şehircilik anlamındaki müdahalelerin yoksul ve çalışan kesimlerin yaşam standartlarını düzeltmeye yönelik değil de, direkt olarak ulusal ve uluslararası burjuvazinin alanını genişletmeye yönelik olduğunu görüyoruz. Kamu yararının burjuvazinin çıkarlarıyla özdeşleştirildiği ve diğer sınıfların burjuvazinin gelişmesi dolayımıyla pay aldıkları bir toplumda bu tarzda bir şehircilik anlayışının oluşması normaldir. 21. Yüzyılın başı itibariyle devletin şehre müdahale ederken adaletli olmayı önemsememektedir.  Tam tersine yapılan müdahaleler direkt olarak burjuvazinin çıkarları ekseninde gerçekleştirilmektedir[1]. Artık pek çok müdahale kente daha fazla para çekebilmek adına yapılmakta, kamunun faydalandığı türden yatırımlar ise yine bu dolayımla kurgulanmaktadır.

Otel, fabrika, site ve alışveriş merkezi yatırımları için müdahaleler kurgulanmakta, sonuç olarak kentlilerin de faydalandığı türden hizmetler[2] ise bu gelişimi işlevlendirmek amacıyla, belirli bir dolayım ekseninde gerçekleştirilmektedir. Üstelik bu hizmetlerin yapımının ve işletiminin devlet tarafından değil de yine özel şirketler aracılığıyla gerçekleştirildiği ve bu sayede yine özel alanın işine yaradığının altını çizmek faydalı olacaktır.

Sonuçta Body-Building modeli tasarımı oluşturan dinamikler kendilerini hem şehrin artifaktlarında, hem de şehrin planlanmasında göstermektedirler. Body-Building’ci tasarımca beden nasıl da Apollon’cu tahakküm ve Dionyssos’cu bir imaj çalışması içerisine hapsedilmişse, şehrin kendisi de gösteri retoriği çerçevesinde Dionyssos’cu bir imaj çalışmasıyla; kamusal alanın daraltılıp, özel alanın genişlemesi ekseninde Apollon’cu tahakküm içerisine hapsedilmiştir.

Body-Building ve şehircilik anlayışında vuku bulan bu yansımayı sadece üstyapısal bir süreç olarak okumak safdillik olacaktır. Bilindiği üzre politik olanla ekonomik olanın ayrıştırılamayacak bir diyalektiği bulunmaktadır. Dolayısıyla Body-Building modeli tasarımın ve bu tarz parçalı şehircilik anlayışının maddi dayanakları hakkında daha ayrıntılı bir tartışma yapmak durumundayız. Bu noktada ise Marx’ın ekonomik kuramının bizimle ilgili bir kısmına, yani yapı sektörü çerçevesinde şehre göz atmamız gerekiyor.

Deniz Yürür – “Duvarların Ardında İstanbul” kitap projesi için hazırlanmıştır.


[1] Bu noktada burjuva demokratik devletin zaten en nihayetinde burjuvaziye hizmet ettiği fikrine katıldığımızı belirtelim. Fakat yine de özellikle sosyal devletin önemli bir olgu olduğu yıllarda görece daha eşitlikçi devlet politikalarının uygulandığı da bir gerçektir.

[2] Mesela İstanbul metrosunun güzergahının Maslak yönünde uzanması buna örnek olarak gösterilebilir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: